8 Aralık 2016 Perşembe

sanık


Sanık sandalyesinde otururken bile insanın kendinden bahsedilişini işitmesi daima ilgi çeken bir şey oluyor. Savcının da, avukatımın da yaptıkları savunmalar sırasında diyebilirim ki, benden, işlediğim cinayetten fazla konuşuldu. Zaten iddia ile savunma birbirinden çok mu farklıydı sanki? Avukat kollarını havaya kaldırıyor, benim suçlu olduğumu, fakat hafifletici sebepler bulunduğunu ileri sürüyordu. Savcı ise ellerini uzatıp benim suçlu olduğumu, fakat hafifletici sebepler bulunmadığını ileri sürüyordu. Yalnız, beni belli belirsiz sıkan bir şey vardı. Zihnim çok meşgul olmasına rağmen, bazen ben de söze karışmaya kalkışıyordum. O zaman avukatım, "Siz susun, davanız için böylesi daha iyi," diyordu. Yani, bu davanın benim dışımda görülür bir hali vardı. Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu. Kaderim, bana fikir sorulmadan belirleniyordu. Zaman zaman herkesin sözünü kesip , "İyi ama sanık kim? Sanık olmak önemli bir iştir. Benim de söyleyeceklerim var," diyecek oluyordum. Fakat iyi düşününce söyleyecek bir şeyim olmadığını anlıyordum. 

Yabancı, Albert Camus

30 Kasım 2016 Çarşamba

hasta çocukların duası


Benim gökyüzümde kuşlar
kanat çırpmıyor artık
lacivert gecelerim
suya düşen kıvılcımlar gibi
söndü yıldızlarımız
siz, ulaşılmayan gene de benim olan
uzak dağ başları
pencerem sislere açılıyor hep
nerede kaldınız

aydınlık sabahları muştulayan ak horozlar
dönün rüyalarıma
geniş avlular, kuyuların çıkrık sesleri
dağ yolları, şen çıngıraklar
dönün rüyalarıma

yaz geceleri
ak çarşaflar, sabun kokulu, serin uykular
özledi sizi yorgun bedenim
komşumun küçük kızı
nerde o yaz geceleri, kiraz bahçelerinden
odama dolan türkülerin

dağlar ardında, uzak bir köyde
küçük bir çocuktum, kışlar uzundu
ambarlarımız dolu, ocak başlarımız sıcak büyülü
gece yarıları başlardı hayatı
masalların, efsanelerin
şeytan bilinmez, hangi kötülüğe koşardı dışarıda
sabahları yaralı kanatlarını sarardım
düşmüş meleklerin

kırlangıç sesleriyle uyandığım sabahlar
dönün rüyalarıma
tozlu yollar, kağnı sesleri, kaval sesleri
kırbaç şaklaması ve nal sesleri
dönün rüyalarıma

ben hasta bir çocuğum
sancım büyüktür değmeyin
yitirdiğim bir düştür, bin bir gece uykulara sığmayan
dokunsan uyanır
tutmak istersen, kül olur kanatları
avuçlarında bir kelebeğin

sancılar hep geceleri başlar
hasta çocuklar uyumaz hiç
yanar sabaha kadar pencereleri
ey dünyanın her dilden ninni söyleyen anneleri
dönün rüyalarıma

Ahmet Uluçay

28 Kasım 2016 Pazartesi

varoluşumuz


Varoluşla olan durum neyse doktorumla da o. Kendimi hasta hissediyorum diye şikayet ettim. "Muhtemelen çok kahve içiyorsun ve yeterince de hareket etmiyorsun." diye cevap verdi doktor. Üç hafta sonra yine başvurdum ve gerçekten iyi olmadığımı; fakat bu sefer kahveden olmayacağını çünkü ağzıma sürmediğimi, hareketsizlikten de olmayacağını çünkü her gün yürüdüğümü söyledim. "O zaman sebep, kahve içmemen ve fazla hareket etmendir." diye cevapladı. İşte gördük; sağlığın yerinde olmaması durumu aynıydı ve aynı kaldı, fakat kahve içtiğim zaman kahve içtiğimden oluyor, kahve içmediğimi zaman kahve içmediğimden oluyordu. Biz insanların durumu da genel olarak işte böyle. Yeryüzündeki bütün varoluşumuz bir tür hastalıktır. Eğer biri sebebini merak ederse, insan önce ona hayatını nasıl düzenlediğini sorar; bunu anlatır anlatmaz cevabı yapıştırır: "Ya işte; işte bu yüzden." Sonra da büyüklenme havalarıyla yürür gider, sanki her şeyi açıklamış gibi, köşeyi dönünce de kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırıp sinsi sinsi uzaklaşır. On dolar verseler varoluş bilmecesini açıklamayı üstlenmezdim. Hem niye üstleneyim ki? Eğer hayat bir bilmeceyse, bu bilmecenin yazarı hiç şüphe yok sonunda açıklayacaktır. Fani hayatı ben icat etmedim, fakat bilmece yayımlamayı adet edinmiş gazete ve dergilerde çözümler genellikle bir sonraki sayıda verilir. 

Kahkaha Benden Yana, Sören Kierkegaard

27 Kasım 2016 Pazar

burjuvazi


Bebeklikten, gençlikten ya da yetişkinlikten farklı olarak çocukluk, çoğu tarih dönemlerinde bilinmiyordu. Hıristiyanlığın güçlü etkisinin söz konusu olduğu yüzyıllarda bile bu küçük varlık fark edilmedi. Ressamlar, bebeği minyatür annesinin kucağına alınmış bir yetişkin olarak resmettiler. Çocuklar rönesansta Hıristiyan tefecilerle ortaya çıktı. Yaşadığımız yüzyıldan önce ne fakirler ne de zenginler çocuk giysisinden, çocuk oyunlarından ya da çocukların yasalardan muaf olduğundan haberdardı. Çocukluk burjuvaya aitti. İşçilerin, köylülerin ve soyluların çocukları babalarının giyindiği şekilde giyinir, babalarının oynadığı şekilde oynar, babalarının asıldığı gibi boyunlarından asılırlardı. Burjuvazi tarafından çocukluğun keşfiyle beraber her şey değişti. Sadece bazı kiliseler gençlerin onur ve olgunluğuna saygı duymaya bir süre devam etti. İkinci Vatikan Konsülü'ne kadar her çocuğa, bir Hıristiyanın yedi yaşında moral anlayış özgürlüğüne eriştiği ve yedi yaşından sonra cezalandırılacağı ya da öldükten sonra sonsuza dek cehennemde kalarak cezalandırılabileceği açıklanarak, günah işlemeye muktedir olduğu öğretilirdi. 

Okulsuz Toplum, Ivan Illich

25 Kasım 2016 Cuma

muharebe tadı


100 yaş bunalımı nedir bilir misiniz?

Ergenlik sorunlarına benzemez. Hoplayıp zıplayarak yatıştırılamaz.

30 yaş depresyonundan tamamiyle farklıdır. Muğlak bir iltifatla ["Kilo mu verdin?"] dağılmaz.

Orta yaş kriziyle karıştırılmamalıdır. 'İkinci bahar' tesellilerinden yoksundur.

Zaman daima aleyhimize işler. Fakat benim yaşımdaysanız, her nefes bir muharebe tadı verir. Gençlerin tabiriyle 'uzatmaları oynuyorum': Azrail'in penaltılarından kaçını daha kurtarabilirim?

Yine de, geleceği değiştirmeye çalışmam. Onun şimdiki halini seviyorum.

Ruhi Mücerret, Murat Menteş

bilinç


Peki siz neden sadece normal ve müspet olanın, kısacası sadece erdemli olanın insanın çıkarına uygun olduğundan bu kadar büyük bir ciddiyetle ve kesinlikle eminsiniz? Akıl, çıkarları konusunda yanılamaz mı? Ama belki de, insan sadece refahı sevmiyordur. Belki de, insan bir o kadar da ızdırap çekmeyi sevmektedir. Belki de ızdırap en az refah kadar onun çıkarına uygundur. Üstelik, insanoğlu bazen ızdırabı kuvvetle arzular ve bu gerçek bir olgudur. Burada dünya tarihini işin içine katmaya da gerek yok, eğer insansanız ve az çok bir ömür yaşadıysanız kendi kendinize sorun yeter. Benim şahsi görüşüme gelince, sadece refahı sevmek sanki biraz ayıp gibi. İyi de olsa, kötü de olsa bazen bir şeyleri kırmak pek hoştur. Ben burada ızdırabı savunmuyorum. Benim savunduğum... kaprisim ve gerektiği zaman onu kullanabilmemin garanti edilmiş olması. Mesela, vodvillerde ızdıraba yer yoktur, biliyorum. Sırça köşkte de yeri yoktur: ızdırap şüphedir, inkârdır, peki sizde şüphe uyandıran bir sırça köşk olabilir mi? Ama yeri gelmişken söyleyeyim, ben insanın gerçek ızdıraptan, yani yıkım ve kargaşadan hiçbir zaman vazgeçemeyeceğinden eminim. Zira ızdırap bilinçlenmenin biricik nedenidir. Başta bana göre bilincin insan için en büyük talihsizlik olduğunu söylediysem de insanın onu sevdiğini ve başka hiçbir şeyle değiştirmeyeceğini de biliyorum. Mesela, bilinç iki kere ikiden çok daha yücedir. İki kere ikiden sonra bırakın bir şey yapmayı, bir şey öğrenmek bile mümkün olmayacak, ortada hiçbir şey kalmayacaktır. O zaman beş duyuyu kapatmak ve tefekküre dalmaktan başka yapacak bir şey olmayacaktır. Bilinçli olduğunuzda ise yine aynı sonuca ulaşsanız da yani yapacak hiçbir şey kalmamış olsa da hiç olmazsa en azından zaman zaman kendinizi kırbaçlayabilir ve böylece bir miktar canlandırabilirsiniz. 

Yeraltından Notlar, Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

24 Kasım 2016 Perşembe

hiçliğim


Ama en kötüsü, sorgulama değildi. En kötüsü, sorgulamadan sonra hiçliğime geri dönmekti; aynı masanın, aynı yatağın, aynı leğenin, aynı duvar kağıdının olduğu aynı odaya. Çünkü yalnız kalır kalmaz, hangi yanıtı verseydim en akıllıca olurdu diye ve belki düşüncesizce bir sözle uyandırmış olabileceğim kuşkuyu gidermek için gelecek sefere ne söylemeliyim diye uzun uzun düşünüyordum. Soruşturma yargıcına söylemiş olduğum her sözcüğü düşünüyor, gözden geçiriyor, ölçüp tartıyordum, onların sorduğu her soruyu, benim verdiğim her yanıtı kafamda tekrarlıyordum, anlattıklarım hakkında tutanağa neler yazmış olabileceklerini kestirmeye çalışıyordum, ama bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğimi biliyordum. Gelgelelim boş odada bu düşünceler bir kere harekete geçtiler mi, durmak bilmeden kafamın içinde dönüyorlar, hep yeni baştan, hep başka bileşimlerde oluşuyor ve uykuda bile peşimi bırakmıyorlardı; Gestapo'nun her sorgulamasından sonra, o soruların ve acı çektirmenin bana yaptığı işkence düşüncelerimde amansızca yer ediyordu, hatta böylesi daha da korkunç oluyordu, çünkü o sorgulamalar bir saat içinde biterken, düşüncelerimin hiç sonu gelmiyordu, bunun nedeni de yalnızlığın bana çektirdiği o haince işkenceydi. Ve çevremde hep yalnızca masa, dolap, yatak, duvar kağıdı, pencere vardı, beni oyalayacak bir şey; kitap, gazete, yabancı bir yüz, bir şeyler yazmak için kalem, oynamak için kibrit, hiçbir şey, hiçbir şey, hiçbir şey yoktu. Bu otel odası sisteminin ne kadar şeytani ve akıllıca, ne kadar psikolojik işkence amaçlı olduğunu ancak şimdi anlıyordum. Toplama kampında insan belki de elleri kanayana ve ayakları donana dek el arabasıyla taş taşırdı, iki düzine insanla birlikte iğrenç kokan buz gibi bir odaya tıkılırdı. Ama yüzler görürdü, burada hep aynı şeyle, hep aynı korkunç değişmezlikle çevrili olmaktansa, bir tarlaya, bir el arabasına, bir ağaca, bir yıldıza, herhangi bir şeye bakabilirdi. Burada beni düşüncelerimden, kuruntularımdan, kafamda yaptığım hastalıklı tekrarlardan uzaklaştırabilecek hiçbir şey yoktu. Onların amacı da buydu zaten, boğazıma kadar düşüncelerime batıp boğulmalıydım ve en sonunda onları kusmaktan, istedikleri her şeyi söylemekten, kanıtları ve insanları ele vermekten başka çarem kalmamalıydı. 

Satranç, Stefan Zweig

23 Kasım 2016 Çarşamba

sis


İki şehri var gecenin, biri gözümde
Tütüyor, birinin dumanı üstünde yağmur
Gibi çöken siste, bana bu uykusuz
Şehri niye bıraktın, göze alamadığım
Bir şehrin yerine bütün şehirlerdesin,
Gece değil istediğin hayli karanlık
Bakışlı bir şehrin gözleriyle çarpışmak
Hevesindesin!
Gözlerini anlıyorum henüz
Bağışlayabileceği gözleriyle çarpışmadı kimsenin;
Gözlerimizi uzaklıklar değil ki yalnız
Göze alamadığımız yakınlıklar da acıtır,
Ve gözleri ancak gözler bağışlayabilir,
Öyle acıyor ki gözlerim kim bağışlayacak,
Sis değil, uykusuzluk değil, iki uzak
Şehir gibi ayrılıktan kavuşmuyor gözlerim;
Biri hepimizle göz göze gibi hâlâ uykusuz,
Biri sis içinde kirpiklerine kadar açık,
bu sessizliği kim bıraktıysa göremiyorum
Konuşkan gözlerinde tek sözcük bile,
Gözlerimiz birbirine değmiyor gecenin iki şehrinde

Kimsenin kimseye gözü değmiyorsa şiir niye?

Haydar Ergülen

19 Kasım 2016 Cumartesi

sadri alışık denilen hergele


Dünyanın bütün Kızılderilileri yenilir, Spartaküs kaybeder, gün batarken sararır, kuşlar döner, Sadri Alışık denilen hergele, her filminde ağlardı. O ağladıkça ben de ağlardım. Nedenimi bilmez ağlardım. Ağladıkça Sadri'ye kıl kapar gıcık olurdum. Üçüncü şahıs olarak kalışına, hep gidici kadınları sevişine, bu gidiciliklerin bir mecburiyet gibi duruşuna, Sadri'nin bu mecburiyetlere, giden kişinin özgürlüğü olarak bakıp ona ihanet etmemek için kendine ihanet edişine...

Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku, İlhami Algör

zaptetmek


İnci Deniz Dibinde filminizde mumlardan damlayan taneciklerle zamanın, saat mekanizmasının durdurulması çok ürkütücüydü.

İşte zamanı, zamanın durmasını imgelesin diye yapmadım onları. Yalnızca içgüdülerim dedi ki: Ya bunu çek! Daha sonra bazı yönetmenlerin söyleşilerini okuduğumda benim gibi düşündüklerini görünce çok sevindim; yalnız olmadığımı gördüm. Aslında beni sinema yapmaya iten neden şu: Şu ânı bir daha geri döndüremeyeceğiz, geçip gidecek. Bu benim için inanılmaz bir kayıp. Fakat insan olarak o kadar aciziz ki... Her şey gidiyor ve geriye dönmüyor. Sevdiklerimiz ölüyor, zaman akıyor, dünya akıyor ve hiçbir şey geriye dönmüyor. Acaba onları bir şekilde konserve yapabilir miyiz? 

Ben çocukluğuna ağlayan birisiyim hâlâ. Kendimi hem zamansal hem de mekânsal gurbette hissediyorum. Çocukluğum gitti ve geriye dönmüyor. Bir şekilde onu zaptedebilir miyim? O her an için benim cebimde kalabilir mi? Fânilik insan olarak kaderimiz. Fâniyiz biz, öleceğiz bir gün ve her şey yok olacak. Mutlak anlamda yok olmayacak tabii, o yok olmadan söz etmiyorum. Bunun bir daha geri dönmemesi, elimizden akıp gitmesi, oradaki acziyetimiz. Belki beni sinema yapmaya iten temel neden bu. 

Yönetmen Sineması Ahmet Uluçay, Ayşe Pay

14 Kasım 2016 Pazartesi

her şeyin geçip gittiğini bilmek


Ama alçakgönüllülükle her şeyin geçip gittiğini bilen kişi, bahçesini cennete dönüştürebilen her insanın ne kadar mutlu olduğunu, mutsuz olanın da yorulmadan sırtındaki yükle nefes nefese yolunda ilerlediğini, bu güneş ışığını bir dakika daha fazla görmenin herkesi aynı şekilde ilgilendirdiğini anlayan kişi - evet, o kişi de huzurludur, hem kendisinden bir dünya kurar hem de bir insan olduğu için mutludur. Ayrıca ne kadar sınırlanırsa sınırlansın, bu zindanı ne zaman isterse o zaman terk edeceğini bildiği için yüreğinde her zaman tatlı bir özgürlük duygusu barındırır. 

Genç Werther'in Acıları, Johann Wolfgang Von Goethe

26 Nisan 2016 Salı

içimdeki ahlak yasası



Kant, rasyonalistler ve empiristler arasındaki çatışma sonucu felsefenin girdiği açmazdan bir çıkış yolu göstermeyi başarmıştır. Bu yüzden Kant'la birlikte felsefe tarihinin bir dönemi daha kapanmış olur. 1804'te Romantik Çağ başlamaktayken öldü Kant. Könisberg'teki mezarında en ünlü sözlerinden biri yazılıdır: 'Ne kadar sık ve uzun düşündüysem şu iki şey hep yeni ve artan bir hayranlık ve huşuyla doldurdu ruhumu: üstümdeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası.' Ve devam ediyor, 'yukarıda ve içimde bir Tanrı olduğunun kanıtı bunlar.'

Sofie'nin Dünyası, Jostein Gaarder 

senin denizlerin sana yeter



Denizi görmemesi bir eksiklikmiş gibi acıklı bir yüzle yüzüme bakıyor.

-Görmedim, diyor. Nerede göreyim?

-Biliyor musun Yakup,diyorum. Üzerinde yaşadığın kürenin dörtte üçü sularla kaplı ve sen hiç deniz görmemişsin... Dahası da var, yaşadığın ülkenin üç yanı deniz...

Yakup yüzüme bakıyor.

-Boş ver, diyorum. Biz gördük de ne oldu? Dörtte üçü sularla kaplı bir küre üzerinde temiz kalabildik mi? Kirlettik üstelik. Kirletiyoruz. Boş ver Yakup. Senin denizlerin sana yeter. Turna gözlü dağ pınarların var senin. Şu deniz kabuklarına tekne diye düşlerini bindirip çıktığın uzak yolculuklara ben tanığım. Senin yolculuklarını biz şu çok bilmiş hâlimizle haritalarda görsek ürpeririz. Senin denizlerini haritalarda görsek boğuluruz. Biz düş yoksulu olduk Yakup. Benim sevgili çocuğum.

Yakup, güzel çocuk yüzüyle gülümsüyor. Düşük omuzları kalkıyor. Ben konuşmamı sürdürüyorum.

-Sen o köyden hiç çıkma Yakup. Hep tertemiz kal, kirlenme. Öykülerime uğra ara sıra yeter.

Küller ve Kemikler, Ahmet Uluçay