25 Mayıs 2014 Pazar

uzun dilek


yalan yok! ben bir iç geçirme olarak alıyorum bulunduğum bu yeri
dönüp kendime, dönüp artık gözden düşmüş bu çarşıya
kepenkleri büyük bir gürültü ve tek bir hareketle kapatmak istiyorum

imgelerden sıkıldım, tasvirlerden, sonu gelmez betimlemelerden
sözü doğrudan ve yormadan birdenbire
sözün koynuna girip incitmeden kimseyi söylemeliyim

böylece
belki benim de bir sahtekar gülümsemem olurdu
belki hızlı yaşayıp belki genç ölürdüm cesedimi düşünmeden
yusufun sevdiği yerlerinden sevmeyi öğrenirdim dünyamızı

dünya!
ne kadar da yapışkan, ne kadar da ayıp bir kelime
babasına küsen kızlar ne kadar da haklılar

babasına evet!
çünkü elleri hiç bakışıyla birleşip sevmeyi becerememiştir
buradan tekrar okunmalıdır yüzyılın tarihi
buradan yazılmalıdır hafıza bilimi kitapları
sarı paşaya yeniden sorulmalıdır kuvvetsiz adalet ne demek

şimdi burada!
zanların, şamarların, densizliklerin, sessizliklerin arasında
sormalıyım: usul usul yürüsem varır mıyım menzile

menzil, belli ki varmayı istemekle mukayyet
yürüyünce bu yüzden yanılıyoruz demek
uykular bulup kendimize rengarenk
umut ederek yaşamayı kendimiz seçiyoruz

gittikçe dönmenin giderek yaşlanmakla bir ilgisi olmalı
böyle dedim, böyle olmalı
bir izahı olmalı sarıların ve paşaların
bir izahı olmalı yaşadığım bu sarmalın

İsmail Kılıçarslan

8 Mayıs 2014 Perşembe

yamuk


Burada, nasıl olsa devlete karşı bir yamuk yapmadığı için çok uzun süre içeride tutulmayacağını bilen bir banka hortumcusu var. Geleceğini garanti altına almış bir hırsız. "Devlete karşı yamuk" biraz genellemeci oldu; devlete siyasi - ideolojik bir yamuk yapmamış... Zira devlet, en azından içinde bulunduğumuz dönem itibariyle (1997) hırsızları çok seviyor. İşte bu hırsız volta atarken yanıma gelip bana nasihat etmeye kalkıyor: "Bak kardeşim! Sen küçüksün, buradakilere karşı saygılı ol. Hepsi bir olaydan dolayı buraya gelmiş. Ayrıca, idarenin her yerde kulakları vardır. "Kendisi de bu kulaklardan biri olan hortumcuya, "Sen ne diyorsun be adam?" çıkışıyla beraber saydırmaya başlıyorum: "Beni mi korkutuyorsun? Bunlar bir sebeple buraya düşmüşse işte ben de buradayım. Hiçbirinizden korkmuyorum. İdareden de korkmuyorum. Ben siyasi mahkumum ve idamla yargılanıyorum, gözüm hiçbir şeyi görmez. Git bunu hem koğuş ağana hem de idareye yetiştir. "Milletten hortumladığı paraları dışarı çıkınca nerelerde yiyeceğinin hesabını yaparken böyle bir işe bulaşmış olmaktan pişman olup yanımdan hızla uzaklaşan adam...

Bir Çocuğun Gözünden 28 Şubat - Cezaevi Notları, Yakup Köse

6 Mayıs 2014 Salı

sabretmek


İstanbul'un esmer kardeşlerinden olan Beyrut da bu güzel şehirlerden, kaybedilen kardeşlerden biridir, örneğin. 1982'de çöldeki serap olan İsrail onu yerle bir ederken, Hamra caddesinde savaş boyunca kapanmayan bir yer vardı: Cafe Modca. Bir şehir boşalırken, insanlar azalırken, o kafeterya geride kalanlara moral vermişti kahvelerinin, çaylarının yanında. Kapanmamakta ısrar eden bu yer, kapanmak bilmeyen bir gönül yarası gibi hatırlatıyordu onlara savaşın ve beraberinde getirdiği korkuyla bencilliğin unutturmak istediklerini. 

İstanbul'un küçük sarışın kardeşi Saraybosna da bunlardan biridir. Sırplar tarafından yerle bir edilirken Bay İvo adında yaşlı bir adam vardı orada. Arnavut kaldırımı bir yokuşun tepesindeki evinin bahçesinde, kuyusunun başında sabahtan akşama kadar insanların bidonlarına su doldurmuştu. Bunu kutsal bir görev gibi yapmıştı sabahtan akşama kadar. Kendi elleriyle doldurmuştu suyu, üşenmemişti, kuyunun başındaki kuyruk güner gibi uzamış ama bu ihtiyar adam görevini savsaklamamıştı. Çünkü bu adam, o yerde, o işi yaparken kendisinin insan olduğunu hissedebiliyordu, kısaca. Koca bir ordu bile bu duyguyu işgal edemiyor, yok edemiyordu bu hakikati.

(İkisini de merak ederim hâlâ, bu ihtiyar adam ve Cafe Modca hâlâ hayatta mıdır?*)

Bu insanlar Tanrı'nın (Tanrı'm Allah'tır senin adın!) insandan istediği biricik şeyi, o yalın hakikati yerine getiriyorlardı, ellerinden geleni yapıyorlardı. Dudaklarını, ellerini, kollarını, ayaklarını kımıldatarak istiyorlardı. Sabretmek kelimesinin anlamının ayak diremek olduğunu biliyorlardı. Doğru yerde durarak ayak diremek...

Öğle Uykusu, İbrahim Paşalı

* Üçüncü baskıya not: Ne yazık ki Cafe Modca artık yok.

4 Mayıs 2014 Pazar

ağır


Kimileri, bizim uyuyakaldığımız için, tembellik yaptığımız için Batılıların bizi geçtiğini, bizim aradıklarımızı onların bulduğunu söylüyor. Yanılıyorlar! Çünkü biz, hiçbir zaman onların bulduklarını aramadık. Ama bulduklarımızdan birçoğunu kaybettik; bu doğrudur. Başkaları insanın zaaflarını kullanmasınlar diye insanın zaaflarını bilim haline getirmedik, yazmadık. Bunları tüccarların hizmetine sunmadık, suni ihtiyaçlar ürettirmedik. Kütüphanelerimizde bu konuda az kitap görenler, bizi insanı tanımıyor zannettiler. Batılılarla hiçbir zaman yarışmadık. Yarışamazdık da! Yollarımız, hedeflerimiz farklıydı. Endülüs bilimde, sanatta, edebiyatta ve müzikte geri olduğu için mi tarih sahnesinden silindi? Kendisinden daha iyi olanlar mı onu tarih sahnesinden sildi? Kaba kuvvetinden başka hiçbir şeyi olmayan barbarlar tarafından yerle bir edilmedi mi? Onların silahlarını, onların yöntemlerini kabul etmedik, belden aşağı vurmadık. Ağır tahrikler karşısında sarsıldık ama kendimizi kaybetmedik. Lâkin medeniyetimizi kaybettik, şehirlerimizi kaybettik.

İnsan olmanın ve öylece kalmaya çalışmanın bedeli ağırdır. Haklı olmak, her zaman kazanacağınız anlamına gelmez. Biz bunu yaşayarak öğrendik.

Öğle Uykusu, İbrahim Paşalı

mektep binası


Son tenkidi, mektebin binasına karşı yapacağız. Medresenin içinde okunan kitapların kalın cildini andıran tipik bir yapı tarzı vardır. Bu üslûb, aynı zamanda kendi içine kapanan okuma adamının beli bükük oturuşunu da canlandırmaktaydı. Her nerede bu yapı tarzını görsek, oranın medrese olduğunu, orada kitap ve talebe bulunduğunu anlar ve sesimizi hürmetle alçaltırdık. Mektep devrinde, okuyanların yeri belli olmadı. Talebe kütlesinin barındığı her yere mektep denildi. Ama yapı, bir mektep binası mıdır? Buna ehemmiyet veren olmazdı. Her insanın gelişigüzel her çeşit iklimde barınamayacağı hesaba katılmadı. Eskimolarla zencilerin, Hintlilerle Sibiryalıların ayrı ayrı iklimleri olduğu gibi, talebenin de ruhuna uygun bir iklim vardır. Her binada ders okutulmaz. Barınılan binanın üslûbundan taşarak ruhlara dağılan telkin, ilmin "hazır ol!" kumandasıdır. Ancak böyle mekânlarda ders yapılır. Mâbetteki "ibadete hazır ol!" sesine benzer bir sesi her köşesinde sızdırmayan bina, mektep binası değildir. Yeni mektep, açıldığı günden beri, kendinin olmayan binalarda muhacir veya sığıntı gibidir. Şöyle böyle mektep denmeğe değerli yeni ilkokul yapıları bertaraf edilirse, orta, lise ve yüksek okul binalarımız yoktur. Bunların kimi saray, kimi konak bozması, kimi yurt, kimi devlet dairesi, kimi Yunan mektep binası, kimi eski beledie dairesi, bir kısmı da mektep diye yapılmış lâkin mektep ruhuyla alâkasız üslûpta yapılardır. Hiçbirisi mektep değildir. Türk mektep bina üslûbu diye karakterler taşıyan ve millî ruhumuzun bütün çizgilerinden taşıran bir üslûp tanımıyorum. İstanbul ve Ankara Üniversiteleri arasındaki derin ve esaslı üslûp başkalıkları da, müşterek Türk mektep üslûbu fikrine henüz sahip olmadığımızı göstermektedir. Halbuki memleketimizde bulunan yabancı mekteplerinin her birinin ayrı ve pek karakteristik üslûbu göze çarpıyor. Fransız liselerinin bir avlunun etrafını saran galeriler halinde, medreselerimizin loşluğuna mukabil, kilisenin sahte ruhaniyetini dolduran akademik yapıları; Almanların metafizik düşüncenin azametine teknik zaferin ışıklarını karıştıran kütle mimarisi; Amerikalıların büyük bahçelerin içinde dağınık villalar halinde serpilen kolejleri, bu milletlerin mektep mimarî üslûplarını yaşatmaktadır.

Pek acı bir hâdise ile karşı karşıyayız: Sadrıâzam konağının, vergi dairesinin, bankanın, kasap dükkanının birer yapı tarzı olsun da ruhları işleyen mektebin yapı tarzı olmasın!.. Buna hayretler gerekir. Hakikat şu ki: Caminin yanında, ruhumuzun hayatını en derinden kavraması lâzım gelen yapı ifadesini mektebe bağışlamak lâzımdır.

Mekânını yapamadığımızda bellidir ki, işin ruhunu bilmiyoruz. Mektebi ruhta idrâk etseydik, mekânda da yerine getirebilirdik.

Türkiye'nin Maarif  Dâvası, Nurettin Topçu