14 Ocak 2013 Pazartesi

aşırı hız ve dikkatsizlik

11 Ocak 2013 Cuma

peygamber izi


Peygamber izi, bize, biz insanlığa tükenmezlik yolunu göstediği halde, biz, biz insanlık neden, neden tükenme yolunu seçtik! O izi izleyecek gönül zenginliğinden bizi hangi şeytanî tutku mahrum etti? Tarih içinde, Rönesans'tan başlayarak, 17. ve 18. yüzyıllarda âdeta dönülmez bir doğrultu alan fiziği ve tabiatı, fizikötesi görevlerle donatma aldanışı, kendi benliğimizi olduğu kadar eşya dünyasını da, enfüsümüzü olduğu gibi, bizi dıştan çevreleyeni de, yani âfakı da çıkmazlardan çıkmazlara sürükledi. Yerin altından, en derin tabakalardan çıkarılıp birtakım endüstri işlemlerinden geçirildikten sonra yeryüzüne madenî bir plaka gibi kapatılan ve gün geçtikçe tabiata ve insana nefes alınacak bir aralık bırakmamaya başlayan petrol ürünlerinin dönüştüğü plastik madde, ruhumuzun karşısına dikilen konkre bir absürdite sayılsa yeridir. Dünyanın, tabiatın ve insanın üzerine madenî veya plastik bir kapak örtülüyor, kaderin aşırı tabiatçılığa bir cevabı olarak. Ve insan, tabiatla birlikte boğazına geçirilen bu kapak yüzünden boğuluyor âdeta. İnsan ruhu, aşırılığını, peygamber izinden ayrılmayı pahalı ödüyor. Cezasını âdeta kendi eliyle verir gibi. İntihar eder gibi.

İnsanlığın Dirilişi, Sezai Karakoç

10 Ocak 2013 Perşembe

kuvvetler ayrılığı


Kuvvetler ayrılığı yoluyla, zorbalığın hükümetten uzaklaştırılabileceği ümit ediliyordu. Montesquieu, güya bütün vatandaşlara hürriyet verecek olan bir kuvvetler ayrımı tablosunu tasavvur etmişti.* Fakat şu açıktır ki, bir demokraside bir kuvvetler ayrılığı ile hiçbir şey değişmez. Zira, kuvvetler birbirinden ayrı ve bağımsız kalırsa artık devletin işleri yürümez. Şayet, aksine kuvvetler uyumlu ve işbirliği halinde çalışırlarsa, o zaman da ayrı olmaları zorbalıklarından hiçbir şey kaybettirmez. Montesquieu'nun kendi teorisine karşı yaptığı itiraz budur. O, kendi itirazına, "Devletin her türlü yolsuzluğuna çare bulmanın imkânsız olduğu" ve " kuvvetler ayrılığı ilkesinin bunu sağlayacak güç ve etkinlikte olmadığı" şeklinde cevaplar veriyordu. Montesquieu'nün unuttuğu şey, devletin bütün sosyal bünyeyi, kendini kuran fertlerin her birisine karşı kullanacak şekilde istismar edebileceğidir. Zira, devlet tarafından temsil edilen genel irade, ferdî iradelerin devletin eline terk edilmesi anlamına gelir. Zorba hâline gelen devlet, bu iradeler topluluğunu kendisine muhalif olan fert veya fertlerin karşısına diker. Böylece, devletin zorbalığı karşısında kalan fert, devlet tarafından temsil edilen toplumun bütünüyle çarpışmaktadır.

*Montesquieu, Esprit des lois, de la séparation des pouvoirs.

İsyan Ahlâkı, Nurettin Topçu

buldozer


Sınıf arkadaşım Necded eski mezar taşlarına olan merakına beni de ortak etmişti. Bit pazarından bir fotoğraf makinesi alıp hemen her gün mezarlıklara gitmeye ve bize ilginç gelen taşlara tebeşir sürüp yazısını belirginleştirdikten sonra fotoğrafını çekmeye başladık.

Birkaç sene sonra hükümet İstanbul etrafından geçen çevre yolunu açmak için etraftaki mezarlıkların düzenlenmesi kararını aldı. Büyük bir üzüntü içinde, buldozerlerin taşları yerlerinden söküp Allah bilir nereye götürülmek üzere kamyonlara yüklendiğini görünce en azından bir ikisini kurtarma telaşına düştük ve bir gece, hırsızlıkla suçlakmak pahasına da olsa, iki tanesini özellikle Fatih devrinden kalma olduğuna inandığımız, üzerinde koskoca bir elif harfi çekili olan taşı, bin bir zahmetle arkadaşımızın arabasına yükleyerek buldozerlerin pençesinden kurtarmayı başarabildik.

Eski taşlara olduğu gibi müziğe de âşık arkadaşlarım vardı. Onların en büyük arzusu ise birlikte amatör bir topluluk kurmamızdı. Lisede zaten daha önce kurulmuş bir halk müziği topluluğuyla bir orkestra vardı. Bu arkadaşlarımız liseler arası yarışmalara katılıyor, teşvik ediliyorlardı.

Ben de bir klasik Türk müziği topluluğu kurmak istediğimizi söyleyip izin almak için müdür beyin odasına girdim. Müdürümüz Ahmet Dinç çok ciddi ve katı biriydi. Belki de beş bin öğrencinin barındığı bir okulu yönetmek ve disiplii korumak için başka çaresi yoktu. Değil çağırılmadan odasına girmek, kendisini asık suratıyla koridorun ucunda bile görsek elimiz ayağımız birbirine dolaşırdı.

Ne yapmak istediğimi biraz dinleyince sinirden kıpkırmızı kesildi. Arkasındaki kitaplıktan kara kaplı, üzerinde "Yönetmelik" yazan, kocaman ciltli bir kitabı çıkartıp sert bir şekilde masanın üzerine attı ve bir yer işaret ederek yüksek sesle okumamı istedi. Titrek bir sesle okudum; "Klasik Türk müziğini teşvik etmeye yönelik her türlü faaliyet yasaktır..." Lise hayallerimiz koca bir duvara toslamıştı... 

Ayrılık Çeşmesi Bir Neyzenin Yolculuğu, Kudsi Erguner

9 Ocak 2013 Çarşamba

türbe


Okul arkadaşlarım arasında, büyük bir tezhib ustasının oğlu olan ve bugün babasının yolunda başarıyla yürüyen Semih İrteş ile bir tarih âşığı ve tarihî belge arşivcisi Necded İçli'yi sayabilirim. Necded bugün Vakıfların çok tanınan bir ismi. Onunla okulu asıp okulda öğretilmeyen kitapları okuduğumuz çok olmuştur. Bir gün zevkle okuduğumuz Evliyâ Çelebi'nin Seyahatnâme'sinin İstanbul'u anlatan bölümünde, surlar arasında Peygamberin süt kardeşine ait bir türbeden bahsedildiğini okuyunca soluğu Ayvansaray'da aldık.

Kısa bir araştırmadan sonra anlatlan türbeyi bulduk. Şehre bakan kapısı civarından atılan çöpler arasında kaybolmuş, taşları yıkık, camları ve kitabesi paramparça bir harabe, Evliyâ Çelebi'nin anlattığı mumlar yakılan, adaklar adanan sahâbe türbesiyle yer değiştirmişti. İstanbul'u almak için yapılan çeşitli seferlerde, Eyüb Sultan gibi, Hz. Peygamber'in birçok yakınının ve müslümanın şehit olduğunu biliyorduk. İlk defa duyduğumuz bu türbenin Peygamber'in süt kardeşine ait oluşu bizi müthiş heyecanlandırıyordu. Kitabında Evliyâ Çelebi türbeyi hem tarif etmiş hem de o zamanki müslümanlar tarafından sık sık ziyaret edildiğinden bahsetmişti. Hemen birkaç arkadaşımızı ve civardaki bir iki kişiyi, türbeyi temizleyip restore etmek içinbize yardıma ikna ettik. Türbenin her tarafına dolmuş çöp ve pislikleri temizledikten sonra camları taktık, daha sonra da yerlerde darmadağın halde duran Kitâbe'yi topladık, sınıf arkadaşımız Semih'in babasının atölyesinde altın varakladıktan sonra yerine taktık.

O günden beri, hayretler içinde türbenin devamlı ziyaret edildiğine şahit oldum. Daha çok derdine derman aramak için mum yakmaya gelmiş kadınların doldurduğu türbeyi, ben de İstanbul'a her gelişimde ziyaret etmeye çalışıyorum. Son gelişimde belediyenin burayı tekrar restore ettirdiğini sevinerek gördüm.

Ayrılık Çeşmesi Bir Neyzenin Yolculuğu, Kudsi Erguner

biz de ölmeliyiz



1939'da Hitler henüz saldırmadan önce ya da tam o sıralarda... evet, Hitler saldırmadan önce, siyah bir adam fabrikada çalışamazdı. Biz, WPA'de (Çev. Notu: Works Progress Administration - Yönetimi Geliştirme Çalışmaları) hendek kazardık. Bazılarınız bunları çok çabuk unuttu. Biz WPA'da hendek kazardık. Yemeklerimiz yoksullara yardım kurumundan gelirdi, bunların üstünde "satılık değildir" damgaları vardı. Şimdiye kadar "satılık değildir" olarak bilinen dükkanlardan birçok şey aldım. Bunu, bir yerlerde bulunan bir dükkanın adı sanmıştım. (Gülüşme) 

Bu, Siyah adamın 1939'larda içinde buunduğu şartlardı... Savaş başlayana kadar, hizmetçilik kabilinden görevlerle sınırlandırıldık. Savaş başladığında bizi orduya bile almıyorlardı. Siyah adamı askere almıyorlardı. Alıyorlar mıydı, almıyorlar mıydı? Hayır! Deniz kuvvetlerine katılamıyordunuz. Bunu hatırlayabiliyor musunuz? Bir tanesi bile girememişti. Amerika Birleşik Devletleri'nin 1939'daki durumu buydu. Onlar size "özgürlüğün tatlı ülkesinin toprakları"nı söylemeyi ve bunun gibi şeyleri öğretirlerdi. Hayır! Orduya katılamıyordunuz. Deniz kuvvetelerine giremiyordunuz. Sizi askere bile almıyorlardı; sadece beyaz halkı alıyorlardı. Ta ki Zenci lider büyük ağzını açana kadar bizi askere almıyorlardı. (Gülüşme) 

O, şöyle demişti, "Şayet beyaz halk ölüyorsa, biz de ölmeliyiz." (Gülme ve alkış) Bu Zenci lider, İkinci Dünya Savaşı'nda ölmemesi gereken birçok Zenci'nin ölmesine neden oldu. Ve Amerika savaşa girdiğinde derhal insan gücü açığıyla karşılaştı. Savaşa kadar hiçbir fabrikanın içine giremiyordunuz. Ben, Lansing'de Oldsmobile ve Reo fabrikalarının olduğu yerde yaşadım. Tüm fabrikada bunlardan sadece üç tane vardı, bunların da ellerinde birer süpürge vardı. Onlar tahsilliydi, okula gitmişlerdi. Sanırım bunlardan biri üniversiteye gitmişti. Ama "süpürgeolog" olmuştu. (Gülüşme) 

Zamanın çetin olması ve insan gücünde açık bulunması, bizim fabrikaya alınmamıza neden oldu. Kendi çabalarımmızla değil. Onların manevi açıdan uyanışlarında da değil. Bize ihtiyaçları vardı. Onların insan gücüne ihtiyaçları vardı. Her türlü insan gücüne. Ümitsizlik ve ihtiyaçtan, fabrika kapılarını açıp bizi içeri aldılar. Böylece makinaların nasıl çalıştığını öğrendik, daha sonra da bize ihtiyaçları olduğunda bunları çalıştırmaya başladık. Erkeklerimizi olduğu kadar kadınlarımızı da oraya aldılar. Makinaları çalıştırmayı öğrenemeye başladığımızda daha fazla para kazanmaya başladık. Daha fazla para kazanmaya başlayınca da biraz daha iyice yerlerde yaşayabiliyorduk. Biraz daha iyi yerlere taşındıkça biraz daha iyi okullara gidebiliyor, biraz daha iyi eğitim görebiliyorduk. Ve biraz daha iyi konuma geldikçe biraz daha iyi işlerde çalışabiliyorduk. Onlar açısından bir değişiklik söz konusu değildi. Bilinçaltlarında manevi ani bir uyanma olmamıştı. Buna Hitler, Mussolini ve Stalin sebep olmuştu. Evet, dışarıdan gelen baskılar, sizin ve benim birkaç adım ilerlememize olanak sağladı.

Malcolm X Son Konuşmalar, Bruce Perry