30 Ekim 2013 Çarşamba

sınavda çıkmayacak sorular

27 Mayıs 2013 Pazartesi

toprak yokuş

 
İstanbul, Kasım 1948

Azizim Cim,

Burada tek bir medeniyet, bir kültür, yalnız bir zihniyet ve ruh aradığıma ne kadar aldanmışım. Tetkiklerime yeniden başlamamı icap ettirecek hallerle karşılaşıyorum. Meğer bizler ne düpedüz, ne basit, kelimeyi söylemekten biraz çekiniyorum ama, ne iptidaî adamlarmışız! Bak neden. Sözle anlatılmaz, hâdiseyi dinle, hükmünü sen ver: Geçenlerde henüz sıcak bir gündüz ortasında, buralı bir dostumla şehrin Kadıköy gecesinde İbrahimağa yokuşu denilen bir şehir arkasından Çamlıca'ya doğru yürüyüş yapıyorduk. Toprak bir yokuşun üstünde yolu tıkayan bir kaya parçasını kazma ile kırarak yolu açan bir adama rastladık. Önce bunu bir amele zannettik. Arkadaşım tekerlek, siyah sakallı, tatlı, güler yüzlü, oldukça iri ve dinç cüssesiyle çalışan adamı selâmladı, "Amele misin? Yalnız mı çalışıyorsun?" diye sordu. Kazmasına dayanaak bir gazali andıran derin, siyah gözleriyle bizi süzen kahraman Türkmenin heyecanlı, gür sesini dinlerken kulaklarıma inanamıyordum: "Ben arabacıyım, na şu karşı kulübedeb oturuyorum, amele değilim. Allah için bu yolu yapıyorum." Bizim şakınlığımıza bakıyordu. Biz sormadan o devam etti. Lâkin gözleri dolmuştu, sesi titriyordu. Serbestçe ağlayabilen bir kahramana benziyordu: "Babam Çanakkale'de şehit oldu, bir helva pişiremedim. Evlâdımı İstiklâl Harbi'nde kurban verdim. Bir Mevlit okutamadım. Ruhlarına gönderecek bir şeyim yok. İşte bu hayrı yapıyorum." Hemen kazmaya sarıldı ve "Allah!" diye başladığı işine devam etti. Ben bu vicdan azametinin karşısında o gün bugün secdeye kapanıyorum. Sizi bilmem ama, Paris'in en temiz ruhunu bir kabare şarkıcısında bulabilirsin, derler. Türkün en temiz ruhunu ben bu adamda buldum.

Kimdi bu adam? Onu kim yetiştirmişti? Bu adamdaki bir tarih ve bir medeniyet yaratmaya kabiliyetli büyük rhun yapıcısı ne eski devirden kalan hocalar, ne de bugünün garpçı münevverleridir. Dünün artığı olan ve bugün sarıkları çıkarılmış olan hocalarn ruh ve ahlâk bakımından sefâletlerini geçen mektubumda anlatmıştım. Bunlar şimdi etraftan birkaç kuruş getirecek mânasız vesileler bekleyen tufeylîler halinde kalmıştırlar.  İzzeti nefisleri acınacak derecede küçülmüş, nefislerine ve dinlerine itimadı kalmamış. Bir taraftan, Arapça bir kelime veya cümleyi kocaman harflerle yazıp bir levha kopyası halinde gazete sayfalarına doldurarak sanat veya din âbidesi diye satmaya çalışıyorlar. Bunlar para ile imandan hangisi daha çok işe yarar diye düşünmektedirler. Bazıları softa olmadığını münevver zümreye isbat için Ramazan günlerinde açıkça içki içerek gazel okumayı tercih ediyorlar. Sonra da Müslümanlara, Allah ismiyle dolu Arapça söylevler veriyorlar. Diğer taraftan, herhangi bir Avrupalının İslâmiyet hakkındaki methedici sözleriyle övünüyor. Vaktiyle dünyayı titreten büyük Padişah Yavuz Selim'in otoritesinden yıldığı Şeyhülislâmların yerinde, küçücük Hristiyan unsurlarına müdaheneden zevk duyup küçülenler var.

Amerikan Mektupları Düşünen Adam Aranızda, Nurettin Topçu

11 Mayıs 2013 Cumartesi

23 sentlik asker


Kore’de geçen süreçte kaleme aldığım anı yazılarımdan birinde orada bulunuş nedenim için, “… insanlık, demokrasi, hürriyet ve Birleşmiş Milletler idealleri uğruna” demiştim. Halbuki bugün, elli yılı aşkın  geçmişin sonrasında yaşayageldiğimiz olaylara, bu olayların yarattığı sonuçlara baktığımda bugünleri de kapsar içerikli anı defterime şu notları düştüğümü görüyorum:

Ben, henüz 19 yaşında bir genç iken, 1953 yılında Amerikan Dışişleri Bakanı Mr. Dulles – Kuzey Atlantik Paktı’na en ucuz askeri Türkiye’den sağlıyoruz – şeklinde beyanat vermiş.  O sırada ben, 1958 yılı Haziran ayında Kore’ye gideceğimi nereden bilebilirdim? Gençlik rüzgârlarıyla savrulmuş şiirli günler içinde ne askerin ucuzundan haberim vardı ne de dünyanın çirkin siyasetinden. Nasıl bilirdim ki ileride çıkarlar dünyasının çarklarının döndürdüğü dişliler arasında ben de farkına varmadan bir aktör olarak yerimi alacak ve 24 yaşımda iken hükümet kararıyla peş peşe Kore’ye gönderilmiş birliklerden birisi olan 9. Kore Türk Tugayı’nda göreve başlayacaktım.
Ben ne yazık ki, Nâzım Hikmet’in şiirini Kore’ye gitmezde önce okumamıştım. Halbuki Nâzım Hikmet, “23 Sentlik Asker” başlıklı şiirinde vermiş bilgiyi; en kestirme, en gerçekçi ifadelerle. Demiş ki;
Mr. Dalles
Sizden saklamak olmaz
Hayat pahalı biraz bizim memlekette.
Meselâ iki yüz gram et alabilirsiniz,
koyun eti,
Ankara’da 23 sente,
yahut bir kilodan biraz fazla mercimek,
elli santim kefen bezi yahut,
yahut da bir aylığına
yirmi yaşlarında bir tane insan
Erkek,
ağzı burnu, eli ayağı yerinde,
üniforması, otomatiği üzerinde,
yani öldürmeğe, öldürülmeğe hazır.

Şu anda istiyorum ki, küçük bir oyunla bu dizelerden bir bölümünü kendime uyarlayıp zihnimde oluşan sorularımı sorayım ve bunların cevaplarını gene kendim, kendime vermeye çalışayım. Nâzım Hikmet benim uyarlamama göre şöyle demiş oluyor:
yirmi yaşlarında bir tane insandım ben.
Erkek,
ağzım burnum, elim ayağım yerinde,
üniformam, otomatiğim üzerimde,
yani öldürmeğe, öldürülmeğe hazır;
İnsanlık ve Birleşmiş Milletler idealleri uğruna

Ülkemden çok uzak bir diyarda, benim o günlerdeki duygularımı, düşüncelerimi ve inancımı; yukarıdaki kıtanın sonuna düz harflerle eklediğim kendi cümleciğim içinde bir özet olarak algılamak mümkün. Aslında Kore’de bulunuş nedenimi böyle öğrenmiştim. Bu, öyle öğretilmişti. O yıllar, iletişim olanaklarının bugünkü gibi yaygın ve mükemmel olmadığı bir devirdi. Dünyanın gidişatına ilişkin bilgilerim eksikti, yanlıştı. Ancak gerçekte ben bu cümlemi kendi karakterime ve yapı özelliklerime uygun bir nitelik içerisinde kaleme almıştım.
Aradan yıllar geçti. Bilemiyorum o gün, 23 sent içinde payıma düşen neydi? Ama Birleşmiş Milletler arenasındaki oyunları, tezgâhları ve satılmışlık durumuna düşürülmüş olduğumu öğrendikten sonra bugün, bu cümlemden dolayı kendi kendime adeta utanır haldeyim.

Kore Mektupları, Gündoğdu Kayal

7 Mayıs 2013 Salı

kesirli sayılar


Babacığım bütün safahatı anlatırken bir noktayı ihmal etmişim. Dün yani pazar günü saat tam 15.45'te Kâbe'nin açıklarındaydık, kara görünmüyordu. Tam 15.45'te ziller çaldı ve böylece mevkimiz bildirilmiş oldu. Bundan bir saat kadar önce gemi mikrofonundan Kur'an okundu, konuşmalar yapıldı ve bu anda da bütün tugay mensupları yüzler Kâbe'ye dönük namaz kıdık. Müteakiben tövbe edildi ve tekbir getirildi. Gemi seyrine devam ediyordu. Böylece artık yarım mı, dörtte bir mi her ne ise hacı olduk.

Kore Mektupları, Gündoğdu Kayal

11 Nisan 2013 Perşembe

piyer loti




21 Ocak günü Piyer Loti namına teşekkül eden cemiyet, rektörlük odasında toplanmıştı. Perşembe günü için Piyer Loti adına konferans salonunda bir ihtifal (anma programı) toplantısı yapmaya karar verdiler. Piyer Loti Fransa’da, Türkiye lehinde kuvvetli kalemiyle neşriyat yapıyor ve bunun bizde tesiri büyük oluyordu. Cemiyet de bu yüzden kurulmuş ve Besim Ömer Paşa da Fransa’da okuduğundan bu cemiyetin kurucuları arasına katılmıştı. 



Arkadaşım Hulki Bey üç gündür gelmiyor. Galiba hasta. Divanda Müderris Nadir Bey’in fen fakültesi reisliğine seçilmesi uygun bulunmadı.



23 Ocak günü, üniversite konferans salonuna gittim öğleden sonra. Piyer Loti şerefine ihtifal başlamak üzere. Oğlu ile Veliaht Mecit Efendi, Abdülhak Hamit ve Süleyman Nazif Beyler ve İstanbul’un ileri gelen şair, yazar ve aydınları gelmişler. Reislik makamına Abdülhak Hamit Bey’i geçirdiler. 





Önce Abdülhak Hamit Bey namına bir yazı okundu. Sonra Süleyman Nazif Bey, başlı başına çok tesirli konuşmasını yaptı. Bilhassa İstanbul’u zapteden Fatih’ten bahsederken onun büyük bir yanlışlık yaptığını, Rum Patrkliği’ni ve İstanbul Rumlarını geniş imtiyazlarla yerinde bıraktığını ve bunun bugünkü neslin başına büyük dertler açtığını ve Fatih’in bu hatasının asla affedilmeyeceğini kendine mahsus takın heyecanla anlatırken Veliaht Abdülmecit Efendi “bugünkü torunları bu hatayı düzeltecektir” manasına gelen bir cümle sarf etti ve şiddetle alkışlandı. Konuşmasının sonunda Süleyman Nazif Bey de kuvvetle alkışlandı. Bu konuşma çok tesirli celadetli (yiğitçe) idi. Sonra Yahya Kemal Piyer Loti’nin hayatından ve eserlerinden bahsetti ve Pİyer Loti’ye hemşerilik unvanı verilmesi teklif edildi. Fahri hemşerilik kabul edildi. Bu toplantı, konferans salonunda yapılan en büyük toplantılardan biri oldu. Acaba İngilizler bu toplantıya karşı ne şekilde duygulandılar?

İstanbul'da İşgal Yılları, İsmail Hakkı Sunata

21 Şubat 2013 Perşembe

28. fırkadan 83. alaya erzak emri


Hohor'dan 8/9 Mayıs 1915

   83. Alay Kumandanlığı'na

   1- Fırka'nın erzak kolu yoktur. Hasankale'deki yiyecek merkezinden erzak nakli de şu sırada çok zordur. Bunun için her tabur hesap ve iaşe memurları, bulunduğu köy ve civarındaki köylerden istifade ederek askerin doyurulmasını temin edeceklerdir. Alınacak malzemenin bedeli nakit olarak ödenecektir. İstenene düzenlenmek üzere tutanak belgelerinin Fırka kasasından verilmesi için karagaha gönderilmesi.

   2- Gerek arpa ve saman ve gerekse hububat bu suretle tedarik edilecektir. Şimdilik ahalinin nakliye vasıtalarından istifade edilerek Büyük Ağırlıklar Fırkadan verilecek emre göre hareket edeceklerdir.

   3- Hesap ve iaşe memurları işini çabuk görecek ve bunu bahane ederek boş yere ötede beride dolaşmayarak geceleri taburlarına döneceklerdir.          
                   
                                                                                               28. Fırka Kumandanı
Mehmet Ali

Aceledir:
 Yukarıdaki emre uygun hareket edilmesi hakkında taburlar kumandanlıklarına ve kaydı alınarak iade edilmesi.
           
                  8/9 Mayıs 1915
83. Alay Kumandanı
Kaymakam İsmail

Bir Teğmenin Doğu Cephesi Günlüğü, Bahtiyar İstekli

17 Şubat 2013 Pazar

fark etmez


"Fark etmez"lerin dünyasında fark edilir olmak nice zordur. Özür dilersiniz, aldığınız cevap "fark etmez". Fikrini sorarsınız, tercih hakkını kullanmasını istersiniz yine o umursamaz tavır: "fark etmez!". Oysa fark edilenlerin sıralamasının hesabını vermek gerekir dost meclislerinde. Böyle bir hesabı en yaman şekilde Sabahattin Kudret vermiş olsa gerek Celal Sılay'a karşı. Celal Sılay'ın pişirdiği semizotunu öve öve bitirememenin bedelini dostunun kendisine küsmesiyle ödemiştir çünkü.

-Bak Celal şimdiye değin seninle birkaç kez küstük. Ama hepsinin nedenini bilirim. Bu kez niye bozuştuk bilmiyorum.

-Yahu sen bende semizotunu iyi pişirmekten başka övülecek bir şey bulamadın mı? (Salah Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.183) 
Eh Celal Sılay haklıdır. Hangi şair şiirler antolojisine değil de en iyi yemek yapanlar antolojisine girmeyi tercih eder?

Sözün ve Sükûtun Renkleri, Fatma Barbarosoğlu

14 Ocak 2013 Pazartesi

aşırı hız ve dikkatsizlik

11 Ocak 2013 Cuma

peygamber izi


Peygamber izi, bize, biz insanlığa tükenmezlik yolunu göstediği halde, biz, biz insanlık neden, neden tükenme yolunu seçtik! O izi izleyecek gönül zenginliğinden bizi hangi şeytanî tutku mahrum etti? Tarih içinde, Rönesans'tan başlayarak, 17. ve 18. yüzyıllarda âdeta dönülmez bir doğrultu alan fiziği ve tabiatı, fizikötesi görevlerle donatma aldanışı, kendi benliğimizi olduğu kadar eşya dünyasını da, enfüsümüzü olduğu gibi, bizi dıştan çevreleyeni de, yani âfakı da çıkmazlardan çıkmazlara sürükledi. Yerin altından, en derin tabakalardan çıkarılıp birtakım endüstri işlemlerinden geçirildikten sonra yeryüzüne madenî bir plaka gibi kapatılan ve gün geçtikçe tabiata ve insana nefes alınacak bir aralık bırakmamaya başlayan petrol ürünlerinin dönüştüğü plastik madde, ruhumuzun karşısına dikilen konkre bir absürdite sayılsa yeridir. Dünyanın, tabiatın ve insanın üzerine madenî veya plastik bir kapak örtülüyor, kaderin aşırı tabiatçılığa bir cevabı olarak. Ve insan, tabiatla birlikte boğazına geçirilen bu kapak yüzünden boğuluyor âdeta. İnsan ruhu, aşırılığını, peygamber izinden ayrılmayı pahalı ödüyor. Cezasını âdeta kendi eliyle verir gibi. İntihar eder gibi.

İnsanlığın Dirilişi, Sezai Karakoç

10 Ocak 2013 Perşembe

kuvvetler ayrılığı


Kuvvetler ayrılığı yoluyla, zorbalığın hükümetten uzaklaştırılabileceği ümit ediliyordu. Montesquieu, güya bütün vatandaşlara hürriyet verecek olan bir kuvvetler ayrımı tablosunu tasavvur etmişti.* Fakat şu açıktır ki, bir demokraside bir kuvvetler ayrılığı ile hiçbir şey değişmez. Zira, kuvvetler birbirinden ayrı ve bağımsız kalırsa artık devletin işleri yürümez. Şayet, aksine kuvvetler uyumlu ve işbirliği halinde çalışırlarsa, o zaman da ayrı olmaları zorbalıklarından hiçbir şey kaybettirmez. Montesquieu'nun kendi teorisine karşı yaptığı itiraz budur. O, kendi itirazına, "Devletin her türlü yolsuzluğuna çare bulmanın imkânsız olduğu" ve " kuvvetler ayrılığı ilkesinin bunu sağlayacak güç ve etkinlikte olmadığı" şeklinde cevaplar veriyordu. Montesquieu'nün unuttuğu şey, devletin bütün sosyal bünyeyi, kendini kuran fertlerin her birisine karşı kullanacak şekilde istismar edebileceğidir. Zira, devlet tarafından temsil edilen genel irade, ferdî iradelerin devletin eline terk edilmesi anlamına gelir. Zorba hâline gelen devlet, bu iradeler topluluğunu kendisine muhalif olan fert veya fertlerin karşısına diker. Böylece, devletin zorbalığı karşısında kalan fert, devlet tarafından temsil edilen toplumun bütünüyle çarpışmaktadır.

*Montesquieu, Esprit des lois, de la séparation des pouvoirs.

İsyan Ahlâkı, Nurettin Topçu

buldozer


Sınıf arkadaşım Necded eski mezar taşlarına olan merakına beni de ortak etmişti. Bit pazarından bir fotoğraf makinesi alıp hemen her gün mezarlıklara gitmeye ve bize ilginç gelen taşlara tebeşir sürüp yazısını belirginleştirdikten sonra fotoğrafını çekmeye başladık.

Birkaç sene sonra hükümet İstanbul etrafından geçen çevre yolunu açmak için etraftaki mezarlıkların düzenlenmesi kararını aldı. Büyük bir üzüntü içinde, buldozerlerin taşları yerlerinden söküp Allah bilir nereye götürülmek üzere kamyonlara yüklendiğini görünce en azından bir ikisini kurtarma telaşına düştük ve bir gece, hırsızlıkla suçlakmak pahasına da olsa, iki tanesini özellikle Fatih devrinden kalma olduğuna inandığımız, üzerinde koskoca bir elif harfi çekili olan taşı, bin bir zahmetle arkadaşımızın arabasına yükleyerek buldozerlerin pençesinden kurtarmayı başarabildik.

Eski taşlara olduğu gibi müziğe de âşık arkadaşlarım vardı. Onların en büyük arzusu ise birlikte amatör bir topluluk kurmamızdı. Lisede zaten daha önce kurulmuş bir halk müziği topluluğuyla bir orkestra vardı. Bu arkadaşlarımız liseler arası yarışmalara katılıyor, teşvik ediliyorlardı.

Ben de bir klasik Türk müziği topluluğu kurmak istediğimizi söyleyip izin almak için müdür beyin odasına girdim. Müdürümüz Ahmet Dinç çok ciddi ve katı biriydi. Belki de beş bin öğrencinin barındığı bir okulu yönetmek ve disiplii korumak için başka çaresi yoktu. Değil çağırılmadan odasına girmek, kendisini asık suratıyla koridorun ucunda bile görsek elimiz ayağımız birbirine dolaşırdı.

Ne yapmak istediğimi biraz dinleyince sinirden kıpkırmızı kesildi. Arkasındaki kitaplıktan kara kaplı, üzerinde "Yönetmelik" yazan, kocaman ciltli bir kitabı çıkartıp sert bir şekilde masanın üzerine attı ve bir yer işaret ederek yüksek sesle okumamı istedi. Titrek bir sesle okudum; "Klasik Türk müziğini teşvik etmeye yönelik her türlü faaliyet yasaktır..." Lise hayallerimiz koca bir duvara toslamıştı... 

Ayrılık Çeşmesi Bir Neyzenin Yolculuğu, Kudsi Erguner

9 Ocak 2013 Çarşamba

türbe


Okul arkadaşlarım arasında, büyük bir tezhib ustasının oğlu olan ve bugün babasının yolunda başarıyla yürüyen Semih İrteş ile bir tarih âşığı ve tarihî belge arşivcisi Necded İçli'yi sayabilirim. Necded bugün Vakıfların çok tanınan bir ismi. Onunla okulu asıp okulda öğretilmeyen kitapları okuduğumuz çok olmuştur. Bir gün zevkle okuduğumuz Evliyâ Çelebi'nin Seyahatnâme'sinin İstanbul'u anlatan bölümünde, surlar arasında Peygamberin süt kardeşine ait bir türbeden bahsedildiğini okuyunca soluğu Ayvansaray'da aldık.

Kısa bir araştırmadan sonra anlatlan türbeyi bulduk. Şehre bakan kapısı civarından atılan çöpler arasında kaybolmuş, taşları yıkık, camları ve kitabesi paramparça bir harabe, Evliyâ Çelebi'nin anlattığı mumlar yakılan, adaklar adanan sahâbe türbesiyle yer değiştirmişti. İstanbul'u almak için yapılan çeşitli seferlerde, Eyüb Sultan gibi, Hz. Peygamber'in birçok yakınının ve müslümanın şehit olduğunu biliyorduk. İlk defa duyduğumuz bu türbenin Peygamber'in süt kardeşine ait oluşu bizi müthiş heyecanlandırıyordu. Kitabında Evliyâ Çelebi türbeyi hem tarif etmiş hem de o zamanki müslümanlar tarafından sık sık ziyaret edildiğinden bahsetmişti. Hemen birkaç arkadaşımızı ve civardaki bir iki kişiyi, türbeyi temizleyip restore etmek içinbize yardıma ikna ettik. Türbenin her tarafına dolmuş çöp ve pislikleri temizledikten sonra camları taktık, daha sonra da yerlerde darmadağın halde duran Kitâbe'yi topladık, sınıf arkadaşımız Semih'in babasının atölyesinde altın varakladıktan sonra yerine taktık.

O günden beri, hayretler içinde türbenin devamlı ziyaret edildiğine şahit oldum. Daha çok derdine derman aramak için mum yakmaya gelmiş kadınların doldurduğu türbeyi, ben de İstanbul'a her gelişimde ziyaret etmeye çalışıyorum. Son gelişimde belediyenin burayı tekrar restore ettirdiğini sevinerek gördüm.

Ayrılık Çeşmesi Bir Neyzenin Yolculuğu, Kudsi Erguner

biz de ölmeliyiz



1939'da Hitler henüz saldırmadan önce ya da tam o sıralarda... evet, Hitler saldırmadan önce, siyah bir adam fabrikada çalışamazdı. Biz, WPA'de (Çev. Notu: Works Progress Administration - Yönetimi Geliştirme Çalışmaları) hendek kazardık. Bazılarınız bunları çok çabuk unuttu. Biz WPA'da hendek kazardık. Yemeklerimiz yoksullara yardım kurumundan gelirdi, bunların üstünde "satılık değildir" damgaları vardı. Şimdiye kadar "satılık değildir" olarak bilinen dükkanlardan birçok şey aldım. Bunu, bir yerlerde bulunan bir dükkanın adı sanmıştım. (Gülüşme) 

Bu, Siyah adamın 1939'larda içinde buunduğu şartlardı... Savaş başlayana kadar, hizmetçilik kabilinden görevlerle sınırlandırıldık. Savaş başladığında bizi orduya bile almıyorlardı. Siyah adamı askere almıyorlardı. Alıyorlar mıydı, almıyorlar mıydı? Hayır! Deniz kuvvetlerine katılamıyordunuz. Bunu hatırlayabiliyor musunuz? Bir tanesi bile girememişti. Amerika Birleşik Devletleri'nin 1939'daki durumu buydu. Onlar size "özgürlüğün tatlı ülkesinin toprakları"nı söylemeyi ve bunun gibi şeyleri öğretirlerdi. Hayır! Orduya katılamıyordunuz. Deniz kuvvetelerine giremiyordunuz. Sizi askere bile almıyorlardı; sadece beyaz halkı alıyorlardı. Ta ki Zenci lider büyük ağzını açana kadar bizi askere almıyorlardı. (Gülüşme) 

O, şöyle demişti, "Şayet beyaz halk ölüyorsa, biz de ölmeliyiz." (Gülme ve alkış) Bu Zenci lider, İkinci Dünya Savaşı'nda ölmemesi gereken birçok Zenci'nin ölmesine neden oldu. Ve Amerika savaşa girdiğinde derhal insan gücü açığıyla karşılaştı. Savaşa kadar hiçbir fabrikanın içine giremiyordunuz. Ben, Lansing'de Oldsmobile ve Reo fabrikalarının olduğu yerde yaşadım. Tüm fabrikada bunlardan sadece üç tane vardı, bunların da ellerinde birer süpürge vardı. Onlar tahsilliydi, okula gitmişlerdi. Sanırım bunlardan biri üniversiteye gitmişti. Ama "süpürgeolog" olmuştu. (Gülüşme) 

Zamanın çetin olması ve insan gücünde açık bulunması, bizim fabrikaya alınmamıza neden oldu. Kendi çabalarımmızla değil. Onların manevi açıdan uyanışlarında da değil. Bize ihtiyaçları vardı. Onların insan gücüne ihtiyaçları vardı. Her türlü insan gücüne. Ümitsizlik ve ihtiyaçtan, fabrika kapılarını açıp bizi içeri aldılar. Böylece makinaların nasıl çalıştığını öğrendik, daha sonra da bize ihtiyaçları olduğunda bunları çalıştırmaya başladık. Erkeklerimizi olduğu kadar kadınlarımızı da oraya aldılar. Makinaları çalıştırmayı öğrenemeye başladığımızda daha fazla para kazanmaya başladık. Daha fazla para kazanmaya başlayınca da biraz daha iyice yerlerde yaşayabiliyorduk. Biraz daha iyi yerlere taşındıkça biraz daha iyi okullara gidebiliyor, biraz daha iyi eğitim görebiliyorduk. Ve biraz daha iyi konuma geldikçe biraz daha iyi işlerde çalışabiliyorduk. Onlar açısından bir değişiklik söz konusu değildi. Bilinçaltlarında manevi ani bir uyanma olmamıştı. Buna Hitler, Mussolini ve Stalin sebep olmuştu. Evet, dışarıdan gelen baskılar, sizin ve benim birkaç adım ilerlememize olanak sağladı.

Malcolm X Son Konuşmalar, Bruce Perry