24 Temmuz 2012 Salı

vera


Hiç söylenmemiş sözler söylemeliyim
El değmemiş,duru sözler sevdiğim için.

Sevdiğim! Şehir giysilerini kıskanır
Ve bu yüzden bürünür geceyi
Güneş gözlerinden beslenir
Ve saçlarını kollar görmek için.

Sensizken şehrim,
Boş meydanlarında yürüdüm
Kalın puntolarla iri laflar ettim
Öfkemi saldım iri dişli postallar üzerine.

Sevdiğim! Vera.. hangi çocuğu okşadın,
Ellerinle gülden kokular..
Dilinde aşk nameleri,
Söylesene Vera hangi çocuğun adını andın.
Sahi Vera en son ne zaman görmüştük Sena’yı?
Hatırlasana deli kız sana emanet etmişti o bombaları
Sevdiğim bak umut kan pıhtısı
Rengine döndü
Ki sen Vera, Filistin’den geçerken
Sakın eteklerini toplama
Biraz kan bulaşmış halde çık karşıma
Ve sakın unutma
O ilk çocuğumuzdur
Asırlardır dillerde olan Leyla’dır,
Meryem’in suskunluğunda can bulan
Gözleri vardı Züleyha’nın
Henüz düşmeden kirli kelimeler diyarına

Bilir misin vera bu kaçıncı çocuk?
Bu kaçıncı kertik yüreğe atılan?
Eskisi gibi değil.. artık daha da sancılı

Sevdiğim özgürlük meydanları budalalardan
Geçilmiyorsa
Bil ki bu şehirde çocuklar ölüyor

Asırlardan uzat ellerini Vera..
Ellerini bulur ellerim
Bir Grozni kuşatmasında
Dağları görüyor musun Vera?
Her bir dağa bir çocuğumuzun adını koymuşlar
Berat’ım, Emin’im, Murat’ım
Hani omuz omuza vermiştik ya bir namaz kıyamında
Hani beraber açmıştık orucumuzu
Kimi Marmara’da kimi Yıldız’da

Koş Vera koş
Ülkemin sürgün yerlerine koş
Ağlama deli kız ben ağlarım
Seni böyle görmemeli
Her okul kapısında türkümüzü söyleyen kızlarımız
Ve annelere de söyle ağlamasınlar
Ve sakın onlara ölüler demesinler

Söylesene Vera
Çocuklara sıkılan hangi kurşun kahpece değildir?

Öfkemiz taş doğursun Vera taş!
Yüreğimizi söksün yerinden
Bak her tarafta sapanlı ebabiller
Ebrehe’nin tankları kan kusturur
Şimdi Firavunu boğan Kızıldeniz’i
Ağlama duvarının dibinde görürüm
Ki asa değil Musa’nın elindeki
Çağın sökülmüş kalbidir.

Bir şubat gecesi kaybettik esrarımızı Vera
Kendimizi odalarımızda bulduk
Postallı korkularımızla
Söylesene sevdiğim hangi rengini çaldılar
Gökyüzünden
Bak zulüm Çin Seddi’ni aştı.

Sevdiğim içimizdeki Musalardan ne haber vardır?
İbrahimlerden,Yusuflardan
Yoksa Musa’yı Kızıldeniz’de yalnız mı bıraktık?
Ellerimizle mi verdik İbrahim’i Nemrutlara
Şimdi hangi kuyudan gelmede Yusuf’un sesi?
Ki unutma Vera
Filistin’de yeni doğan çocuklar ilkin annelerinin göğsüne
Sonra da yerdeki taşlara uzanırlar.

Neredesin ey İsmail’in boğazındaki merhamet?
İçimizdeki bu sızıyı kaldır
Ya ebabilleri gönder
Ya bizi de oraya aldır

Ve her taraftan bana yönelir
Seni arayan sesim
Vera benim.. Vera benim..

Numan Arıman

17 Temmuz 2012 Salı

mono - dream odyssey



16 Temmuz 2012 Pazartesi

icarus'un kanatları


Harvard Hukuk Fakültesi'nin düzenlediği foruma çağrılmıştım. Yanımdaki pencereden dışarıya farkında olmaksızın şöyle bir göz attım. Yıllar önce içinde bulunduğum soygun çetesinin üslendiği evin tam karşısındaydım, o anda farkına vardım bunun. Karşı konulmaz bir dalgayla sarsıldım sanki. Kirli geçmişimin görüntüleri allak bullak etti bir anda beynimi. Tıpkı bir hayvan gibi yaşamak; tıpkı bir hayvan gibi düşünmek!

Umulmadık bir uyanış peydahlandı içimde, içine düştüğüm çamurun ta diplerine değin nasıldı erişip kurtarmıştı beni İslam. Kaçınılması imkan dışı, belli bir son bekliyordu beni: ya bir mezarda çürümeye terkedilmiş suçlu bir ölü olacaktım ya da hayatta kalabilmişsem devlet zindanlarından birisinde mi olur artık, tımarhanelerden birisinde mi olur, tek başına bırakılmış, kötü huylu, suratından düşen bin parça, otuz yedi yaşında bir tutuklu olacaktım şimdi. Bundan başka olsa olsa karnını doyurabilmek ve uyuşturucu maddelere ara vermemek için hırsızlığa, dümenciliğe devam eden, yaşlanmış, hükmü geçmiş bir Detroitli Kızıloğlan olarak kalacaktım ve bir zamanların hırslı, acımasız Detroitli Kızıloğlan'ı gibi genç dümencilerin eline düşüp onların maskarası olacaktım. Neyse ki, düzeni bozulmuş bu dünyanın beni kuşatan çamurundan, pisliğinden kendimi kurtarabilmek için yeterli gücü bana veren İslamı tanıma noktasında Allah bana inayet etmişti. Ve ben, Harvard'ın davetli konuşmacısı, olduğum yerde öylece çakılı kalmışım.

Hapisteyken elime geçen Yunan Mitolojisi'ne ilişkin kitaplardan okuduğum bir hikaye yeniden canlandı kafamda. Hani şu İcarus adlı çocuk. Anımsıyor musunuz onun hikayesini? İcarus'un babası, balmumuyla birbirine tutturduğu teleklerden bir kanat yapar. "Uçacağım diye yorma kendini, alır götürür seni bu kanatlar ta yükseklere," der çocuğa. Ama çocuk, ha bu yanaydı, ha şu yanaydı, süzüle süzüle yükselmeye başlar bayağı. Uçabildiğine öylesine sevinmektedir ki İcarus, giderek kendi maharetiyle uçtuğuna inanmaya başlar. Yükseldikçe yükselir; yükselir ya, bu arada kanatları tutan balmumu güneşin hararetine dayanamayıp erimeye başlar. Ve sonunda İcarus düşüverir tepetaklak. 

Orada, Harvard'ın penceresi önünde dikilirken and içtim kendi kendime, uçmamı sağlayan kanatlarımın bana İslamca takılmış olduğunu asla unutmayacaktım. Hiçbir zaman aklımdan çıkmaz bu gerçek... Bir saniyecik olsun.

Malcolm X, Alex Haley

sözlük


Bugün beni, televizyon ya da konuştuğum yerlerde bizzat dinleyenler ya da konuşmalarımı basın kanalıyla izleyenlerin benim bir mektep kaçkını olduğuma inanası gelmeyecektir kimbilir. Bu durumu bütünüyle içerdeki gayretlerime borçluyum.

Charlestown Hapishanesi'ndeyken daha çok Bimbi'nin kültür dağarcığına imrenerek gayrete geldim asıl. Bimbi, hangi konuda olursa olsun, yanındakilerin sohbetine katılmamazlık etmemiştir hiçbir zaman. Bense hep boy ölçüşmek istemişimdir onunla. Elime hangi kitabı alacak olsam, baştan sona değin tüm sözcükleriyle sanki Çİnceymişçesine, kavramakta zorluk çekmediğim cümle sayısı yok denilecek kadar azdı. Bilmediğim sözcükleri üstünkörü geçip gidecek olsam bu kez de, okuyup bitirdikten sonra kitabın genel havası hakkında hemen hemen hiçbir yargıya varamıyordum. İşte bu durumdayken, vaktimi yalnızca kitap okuma çabalarıyla geçirmeyi arzulayarak geliyordum Norfolk Mahkumlar Sitesi'ne. Çok geçmeden bu arzularım da sönüp gidecekti, işe dört elle sarılmadıktan sonra.

Anladım ki yapabileceğim en iyi şey, hemen bir sözlük bulup buluşturmaktı, çalışmak, üç eş kelime bellemek için. Ayrıca el yazımı da geliştirmek gerektiğini akıl edecek kadar şanslıydım. Acınacak halim vardı. Doğru dürüst bir satır dizmeyi bile beceremiyordum. Norfolk Mahkumlar Sitesi Okulu'ndan kağıt kalemle birlikte bir de sözlük istemeye beni zorlayan asıl bu iki emelimdir.

İlk iki günüm sözlüğün sayfalarını rastgele karıştırmakla geçti. Bu kadar çok kelime olduğu aklımın ucundan bile geçmezdi. Bilemiyordum hangi kelimeleri öğrenmem gerektiğini. Sonra da nasıl olursa olsun sırf bir başlangıç yapmış olmak için, ne görüyorsam olduğu gibi kopya etmeye koyuldum.

Karmakarışık el yazımla ağır ağır, özene bezene önümdeki kağıtlara geçirdim birinci sayfayı, noktalama işaretlerine varıncaya değin. Diyebilirim ki, tam bir günümü aldı. Sonra, yazdıklarımı baştan sona okumaya koyuldum, kendi kendime yüksek sesle. Bir daha, bir daha, kendi kendime boyuna okudum durdum elyazımı.

Ertesi sabah kelimeleri düşünerek uyandım. Yalnızca bir çırpıda bu kadar çok kelimeyi yazabilmiş olduğuma değil, aynı zamanda o güne değin varlığından dünyada haberimin olmadığı kelimelerle karşılaşmış olduğuma da fazlasıyla seviniyordum. Bundan başka, birazcık kafa yormakla, pek çoğunun ne anlama geldiğini de kestirebiliyordum. Anlamlarını bilemediğim kelimeler olursa durmaksızın gözden geçiriyordum. Gariptir, sözlüğün ilk sayfasındaki şu 'aardvark' sözcüğü kafamda hala bıngıldar. Sözlükte de bir resim vardı; uzun kuyruklu, uzun kulaklı, karınca yiyenlerin yaptığı gibi dilini çıkararak yakaladığı kanatlı karıncalarla beslenen, oyuklarda yaşayan bir Afrika memelisi.

Öylesine büyülenmiştim ki bir daha bırakamadım, sözlüğün ikinci sayasını da kopya ettim. Gene aynı denemelr. Devirdiğim her sayfayla birlikte insanları, ülkeleri, tarihin ilginç olaylarını da öğrenmiş oluyordum. Hiç kuşkusuz sözlük demek, minicik bir bilim dağarcığı demekti. Sonunda sözlüğün yalnızca A maddesi bir top kağıdı arkalı önlü doldurmaya yetmişti. Sonra hemen B'lere geçtim. Uyguladığım bu yöntem işin sonunda bütün bir sözlükle başından sonuna değin haşır neşir olmaktı bir bakıma. Bunca alıştırmadan sonra daha da hızlandı çalışmalarım elyazımın serileşmesini sağlamıştır. Top top kağıtlar karalamaktan, mektup yazmaktan aşka, boş zamanlarımdaki çabalarım sırasında, diyebilirim ki, içerdeyken yazdığım kelime sayısı aşağı yukarı bir milyondur. 

Görüyordum ki kelime hazinem büyüdükçe, doğal olarak elime ilk kez alıp okuduğum bir kitabın neler anlattığını kavrayabiliyordum sonuçta. Okumaya düşkün birisi, okumanın açtığı yepyeni dünyaları düşleyebilir. Size şunu söyleyeyim: O zamandan tutun da hapishaneden çıkıncaya kadar serbest olabilidğim her dakika, kütüphanede, değilse ranzamda okumakla geçirmişimdir vaktimi. İğneli fıçıya koysanız ayıramazdınız beni kitaplardan. Bir yandan Elijah Muhammed'in öğretisi, yazışmalarım, ziyaretçilerim -özellikle Ella ve Reginald- bir yandan da kitaplar, derken zindandan kurtulmayı bile aklıma getirmeksizin geçip gitti yıllar. Doğrusu ya, o zamana değin gerçek özgürlük nedir bilmemişim hayatımda.

Malcolm X, Alex Haley

14 Temmuz 2012 Cumartesi

kelimeler

8 Temmuz 2012 Pazar

nigger


O gün her nasılsa sınıfta İngilizce Öğretmenim Mr. Ostrowski'yle yalnız kalmışım bir ara. Mr. Ostrowski, uzun boylu, gür bıyıklı, adeta kırmızı tenli bir beyazdı. Benim aldığım en iyi notlar arasında onun dersi de vardı; o da beni beğendiğini her vesileyle hissettirmişti bana. Daha önce de söz ettiğim gibi, adeta doğuştan 'danışman'dı bu adam; ne okunacağı, ne yapılacağı herhangi bir şey hakkında ne düşünüleceği konusunda hemen hemen her konuda öğütler verir dururdu. Biz de Mr. Ostrowski hakkında pek nazik olmayan şakalar yapardık kendi aramızda; bu adam sınıfta bize anlatıp durduğu o 'hayatta başarı kazanmanın yolları'ndan biraz da kendisi yürüyüp daha iyi bir yere gitmek yerine, neden Mason gibi küçük bir kasabada öğretmenlik yapıyordu yani?

Biliyorum ki Mr. Ostrowski bana o günkü öğüdünü de iyi niyetle vermişti. Bana karşı kötü bir niyeti olduğunu hiç sanmam. O günkü öğüdünün tek nedeni, onun beyaz Amerikalı mizacında yatar. Ben onun en iyi öğrencilerinden biriydim, hatta okulun en iyi öğrencilerinden biriydim; ama onun 'sizin yerinize' düşünebildiği gelecek, bütün beyazların siyahlar için düşündüğünden hiç de farklı değildi.

Mr. Ostrowski o gün bana şunu sormuştu: "Malcolm, artık kendin için bir meslek düşünüyor olmalısın. Söyle bakalım neye karar verdin? Aslına bakılırsa ben o güne kadar bu konuda hiç düşünmemiştim ama ona, "Şey, evet efendim, avukat olmayı aklımdan geçiriyorum." deyiverdim. Neden böyle dedim bilmiyorum. Bunun nedenini şimdiye kadar bulabilmiş değilim. Lansing'de o sıralar b-ne bir avukat vardır zencilerden ne de bir doktor vardır; arasanız tek bir kişi bile bulamazsınız; öyle olunca, herhangi bir mesleğe göz koymanıza yarayacak bir tek imaj bile yoktu önümde.  Ama o zamanlar kesin olarak bildiğim bir şey vardı ki o da, avukatların, benim yaptığım gibi bulaşık yıkmak zorunda olmadığıydı.

Benim cevabım üzerine Mr. Ostrowski çok şaşırmış bir halde sandalyesindeşöyle bir geriye yaslandı ve ellerini ensesinde kenetledi. Yüzünde hafif bir gülümsemeyle şunları söyledi bana: "Malcolm, hayatın bizden istediği ilk şeylerden birisi de gerçekçi olmaktır. Bak şimdi bu sözlerimi yanlış anlama sakın. Burada seni hepimiz çok severiz, Sen de biliyorsun bunu. Ama bu onuda daha gerçekçi düşümelisin ve bir zenco olduğunu aklından çıkarmamalısın. Avukatlık ha... Yok bak işte bu meslek bir zenco için gerçekçi bir hedef değil. Senin hakikaten olmayı başarabileceğin bir şeyi düşünmen gerek. Bak mesela ellerin bayağı maharetli; neler yapıyor, neler! İşbilgisi dersinde marangoz atölyesinde yaptığın şeyleri herkes beğeniyor. Ne diye marangoz olmayı düşünmüyorsun? sen buralarda sevilen bir insansın, marangoz olursan bütün işler sana gelecektir."

Sonra sonra Mr. Ostrowski'nin söylediği bu sözler üzerinde düşündükçe, huzursuzluğum büsbütün artmaya başlamıştı. Bu sözler kafamın içinde burgu gibi dönüp duruyordu. Beni asıl rahatsız eden şeyse, Mr. Ostrowski'nin sınıfta öteki öğrencilere, yani beyazlara verdiği öğütlerdi. Zaten bu beyaz öğrencilerin çoğu ona çiftçi olmak istediklerini söylüyorlardı; baba mesleğini sürdürmek niyetindeydi bu çocuklar, büyüdükleri zaman ailelerinin çiftliklerini kendileri işletecekti, niyetleri buydu. Ama  baba mesleğini devam ettirmek istemeyip de kendi yollarında yürümek, değişik bir şey olmak istediklerini söyleyenleri Mr. OStrowski hep teşvik ediyordu. Öğrencilerden bazıları, daha çok da kızlar öğretmen olmak istiyorlardı. Birkaç tanesi de daha başka mesleklere girmek istiyordu, birisi veterine olmak istiyordu, bir kız da hemşire olmak istiyordu. Değişik mesleklere girmek isteyenlerin hepsini de Mr. Ostrowski'nin çok teşvik ettiğini, onlara sürekli moral vermeye çalıştığını söylüyordu çocuklar. Ama bu öğrencilerin hiçbirisinin de aldığı notlar benim notlarım kadar yüksek değildi.

Bu konuda o zamana kadar hiç bu şekilde düşünmemiş olmam şaşırtıcı bir şeydi; ama başkalarından neremin eksik olduğu bir yana, o beyaz çocukların hemen hepsinden daha zeki bir öğrenci olduğumu düşündüm. Ama gene de ben, onların gözünde kendi gönlümden geçirdiğim bir şey olabilecek kadar zeki değildim. İşte bu gerçeği anladıktan sonra ben değişmeye başladım, için için.Artık beyazlardan mümkün mertebe uzak durmaya çalışıyordum. Derslere düzenli olarak devam ediyor ve ancak bana bir şey sorulması halinde konuşuyordum. Mr. Ostrowski'nin derslerinde yerimde oturabilmek bile artık adeta bedensel bir işkence oluyordu benim için. 

Eskiden 'zenco' sözünü hiç umursamazken, şimdi bu sözü her duyduğumda durup bu sözü sarfedene sert sert bakıyordum. Benim bu davranışım da onları bayağı şaşırtıyordu. Kısa bir süre sonra etrafımda o 'zenco' ve "Neyin var?" gibi sözleri bir daha duymaz oldum. Benim istediğim de buydu zaten. Öğretmenlerim dahil, hiç kimse bana ne olduğunu tam olarak anlayamıyordu. Sağda solda benim bu halimin konuşulduğunu anlıyordum.

Malcolm X, Alex Haley

4 Temmuz 2012 Çarşamba

binbir çeşit


Anneme minnettar kaldığımı hatırladığım başka bir nokta daha var. Bir gün annemden bana bahçemizde ayrı bir yer vermesini istemiştim de, o da tutmuş istediğim gibi kullanayım diye bahçenin bir köşesini bana ayırmıştı. Minik bahçemi çok sevmişimdir, çok iyi bakmışımdır bahçeme. En çok da bezelye yetiştirmeyi severdim ve yetiştirdiğim bezelyeler yemek olup da soframıza gelince sonsuz bir gurur duyardım. Bahçemde boy vermek isteyen ayrık otlarını daha ilk filizleri görünür görünmez ellerimle yolup yolup atardım. Fidelerin arasında dizlerimin ve ellerimin üzerinde gezine gezine solucan, böcek arar, bulduklarımı da hemen öldürüp gömerdim toprağa. Ektiğim şeylerin sağlıklı büyümesi için günlük bakımlarını eksiksiz olarak yaptıktan sonra fide sıralarının arasına sırt üstü uzanır gökyüzünü, bulutları seyre dalar, aklımdan türlü türlü şeyler geçirir, binbir çeşit hayal kurardım. 

Malcolm X, Alex Haley