17 Ağustos 2012 Cuma

vernik


Eski mezbeleliklerde birtakım binaların yükseldiğini görmek insanları hayrete düşürüyordu. Yeni yetmeler, şehirlerde böyle binaların yapılmış olmasını gururla karşılıyorlardı. Bu yeni binalara bakıp hayallere dalıyorlardı. Şehrin -yalnız şehrin mi, tüm ülkenin- geleceği sanki bu binalrda gizliydi, tuhaf bir muştuyu sezinliyorlardı bu binalarda: hor, hakir görülmekten bu yeni binalar, parke taşlarıyla döşenmeye başlayan sokaklar sayesinde kurtulacaklardı. Eskiyi -acaba, eski diye düşündükleri şey nasıl bir imgeydi kafalarda, çok belirsiz, kaypak, saydam bir şey olmakla birlikte gene de sinsi bir kötülük, unutulması gereken kötü bir öz vardı eski olanda- böyle böyle unutacaklardı. Bu yüzden biraz sevinçliydiler de. Çünkü gelen her değişiklik, eski olanın üstüne bir cila, bir vernik çekiyordu. Boyunlarında zincirlerle sırf şapka giymeyi reddettikleri için başka şehirlere itile kakıla sürülen, oralarda asılan insanlar, bu hemşeriler hatırlanmıyordu artık. Kıyıda köşede bu insanlardan konuşulduğunu işitenlerse onların neye, niçin direnmek istediklerini bir türlü kavrayamıyorlardı, bir çeşit aptallık yapmışlardı onlar. Bir hiç için. Özellikle, esikden Alman hastanesi olan o kocaman binadan çıkanlar -çünkü bir mektepti orası şimdi-. Şehir boydan boya vernikleniyordu. Boyanıyordu. Marangozlar mobilya yapıyordu. Kızların, gelinlerin çeyizleri katır sırtında değil, kamyonlarla taşınıyordu. Cilaydı bunlar. Derinlerde bulunan özü büsbütün değiştirmese de gizliyordu ya, bu bile güven veriyordu. Zaten doğar doğmaz bu cilayla, verniklerle karşılaşanlar, onların altındakini bilmiyordu, nerden bilsinler? Onlar için kurulu düzen buydu. Cilanın altı ilgilendirmiyordu onları. Ne de boyunlarında zincirleri şakırdatarak, kol kol başka şehirlere sürülenler, boyunlarındaki zincirler birbirlerine de bağlanmış olarak. Ne de bunlar...


Gül Yetiştiren Adam, Rasim Özdenören