26 Aralık 2010 Pazar

mevsim normalleri


Elimdeki gülü kaldırıp mezarlıkta
Sağlığınıza dedim, hepinizin sağlığına

Çocuklar yarı yolda bırakır bizi Tanrım
Kendine gel diyorsun, gelsem olmaz mı sana

Çünkü sular çekiliyor hayatımızdan
Ve şehir
Kaçak kat gibi çöküyor üstümüze
Körün takım tutmasına benziyor bu,
Sempati besliyoruz
Ölümden gayrı her şeye

Ey dilimin ucundaki, ses ver bana:
Canlı yoksa eğer bir ateşin içinde
Niçin kaçar hepimizin neşesi

Bizler misafiriz ve dünya
Misafir terlikleri

İbrahim Tenekeci

25 Aralık 2010 Cumartesi

ilk biyolojik silah



Milattan önceki yıllarda başlayıp Mısırlı tüccarlara kadar ulaşan Kuzey Afrika'dan Hindista'a, oradan da ticaret ve fetihler aracılığyla dünyadaki en uzak topluluklara kadar ulaşan çiçek hastalığı tüm insanlığı kasıp kavurmuştu. MÖ 1600 yılına ait olan Mısır mumyalarının yüzünde bile bu hastalıktan kaynaklanan yara izleri bulunmuştur. Kayıtlara geçen en eski çiçek salgını vakası ise MÖ 1350 yılında Hitit ve Mısırlılar arasındaki savaşta patlak veren salgındır. Hitit kralı ve oğlunun da içinde bulunduğu bu uygarlığın tüm mirasçılarının bu hastalıktan öldükleri bilinmektedir. Hitit uygarlığı, bu hastalık nedeniyle yok olan birçok uygarlığın ilkidir. MS 180 yılında ise 7 milyon insanın ölümüne yol açan çiçek hastalığı, Roma İmparatorluğu'nda gerileme döneminin başlamasına neden olmuştur. İspanyollar ve Portekizliler bu hastalığı Amerika kıtasına taşımışlar ve böylece bu hastalık Aztek ve İnka uygarlıklarını da kırıp geçirmiştir. İspanyolların 1518'de Meksika'ya gelişlerinde sonra geçen 100 yıl içinde, 22 milyon civarında olduğu sanılan yerli nüfus 2 milyona düşmüştür. Sömürgecilikle birlikte tüm dünya benzer vakalar yaşamaya başlamıştır. 1763 yılında Kuzey Amerika'daki İngiliz ordularının kumandanı Jeffrey Amherst ise yara kabuğu ve kabarcıklardan elde edilen sıvının battaniyelere sürülüp Kızılderili kabilelere verilmesini önererek biyolojik savaşı ilk ortaya çıkaran kişi olmuştur. 19. yüzyılda Amerikan hükümeti, aynı biyolojik silahı Kızılderililere karşı kullanmıştır. Böylece çiçek hastalığı 20. yüzyıla gelmeden savaşlar ve diğer salgın hastalıklar nedeniyle ölen bütün insanların sayısından da fazla olan yaklaşık yarım milyon insanın ölümüne yol açmıştır.

Tıbbi Mucizeler, Dr. Eugene W. Straus, Alex Straus

22 Aralık 2010 Çarşamba

aydın


Aydın, toplumun genelinin dışına çıkan, sıradışı olan ve toplumun genelinden farklı talepleri, zevkleri, düşünceleri, felsefesi ve vizyonu olan insan demektir. O yüzden aydın olmak özel bir şeydir. Ama aydının yapmaması gereken bir şey vardır, kendi özel durumunu siyasi bir dile tercüme etmek... "Ben çok özelim, çok iyiyim, toplumsal ortalamanın çok üstündeyim, o halde yönetim hakkı bana aittir. Siyaseti ben belirlerim, anayasanın ne olması gerektiğine ben karar veririm" dememelidir. Bunu dediği andan itibaren o aydından bir "despot" meydana gelir. Örneğin, Yalçın Küçük Aydınlar Üzerine Tezler adlı kitabında şöyle diyor: "Türk aydınının tarihi yenilik düşmanı bir halkı yenilikçi yapmanın tarihidir." Aydının her zaman toplumu belli ölçülerde aydınlatma sorumluluğu vardır. Fakat bu sorumluluk aydına toplum üzerinde hiyerarşik bir yetki sağlamaz. Yani, siz aydın olabilirsiniz, bir sorumluluğunuz da olabilir. Toplumun geneli, toplumun ortalaması, politik ve kültürel olarak geride olabilir ve siz onlara bir şeyler anlatabilirsiniz. Ama sizin onlara bir şeyleri anlatabiliyor olmanız veya anlatabilecek olan bilgiye sahip olmanız, size o toplum üzerinde hegemonya kurma hakkını, halkı düşman görme yetkisini vermez. Aydın, toplum üzerinde böyle bir hegemonya kurmaya başladığı zaman şöyle bir tablo kaçınılmaz olarak gözler önüne serilir:

Aydın, despota ve halk düşmanına dönüşür. Aydın bu işe iyi niyetle başlasa da daima kendisinin aydın, halkın ise cahil olduğuna yönelik bir genel kabulden hareket ettiği için aradan yıllar geçer ve zamanla kendisi toplumun gerisinde kalır, ancak bunu fark etmez. Kendisinin toplumun gerisinde kalabileceğine ihtimal vermediğinden dolayı kendinden uzaklaşan toplumun karanlığa doğru gittiğini düşünmeye başlar. Aydın ile geri kalmış olan bir toplum arasındaki ilişkiyi mağaradakilerin yaşadığı bir ilişki olarak değerlendirelim; aydın o mağara içerisinde bir mum yakabilen kişidir. Ve o mumla toplumu güneşe götürme sorumluluğu ona aittir. Aydın, toplumu gün yüzüne çıkarmak gibi bir görevi yerine getirmeyip "Ben mumu yakıyorum o halde herkes sürekli benim etrafımda toplanmalı ve ben ne diyorsam onu yapmalı" derse; o toplum, zaman içerisinde "Bir mum yetmez bize" diye düşünerek arayışlara başlar. Toplum, gün yüzünün dışarda olduğunu görür, mağaradan çıkma yollarını araştırır ve bulur. Aydın ise elinde mumu tutarak toplumun karanlığa sürüklendiğini düşünür, onu cehaletle suçlar. Oysaki toplum karşısında gericileştiğini fark etmez. Elinde imkan olduğu sürece, toplumu durdurmayı "aydın sorumluluğu" olarak meşrulaştırmaya çalışır. Yaşadığı ise bir trajedidir aslında...

Darbe Yargısının Sonu, Osman Can

10 Aralık 2010 Cuma

demokrasiye inançsızlık


Faşizme karşı en büyük mücadeleyi veren Anayasa Hukukçusu, Kıta Avrupa'sının Anayasal sistemlerininin ve Anayasa Mahkemelerinin biçimlenmesinde çok etkili olan Hans Kelsen, 1932 yılında "siyasal kararların bürokratlara bırakılmış olmasının politik aklı ortadan kaldıracağı ve otoriter ideolojilerin egemen kılınması sonucunu doğuracağı" saptamasını yapmıştı. Devamında ise şunu der: "Eğer sosyal açıdan neyin doğru, neyin iyi veya en iyi olduğu sorularını kesin, objektif ve mutlak bir doğru olarak herkesi bağlayıcı biçimde cevaplayabiliyorsak bu durumda demokrasiye gerek olmaz. O halde bu yöndeki çabaların demokrasiye inançsızlık olarak nitelendirilmesi zorunludur. İnsan bilgisinin yalnızca insandan insana göre değişebilen değerleri algılayabileceğini bilenler, bu değerleri ancak ve ancak hiç olmazsa çoğunluğun onayıyla meşru kılabileceğini bilir. İşte demokrasinin temel ilkesi budur. Bununla mümkün olan en geniş özgürlük alanı yaratılabilir."(3) Değerlerin mutlak geçerlilik kazandığı ve bunun çoğunluk iradesine karşı hukuksal ve kurumsal yollarla etkin kılındığı yerde demokrasi biter. Hukuk devletinden söz etmek ise şakadan ibaret kalır. "Demokrasinin kendini, halkın çoğunluğuna karşı koruyup korumaması gerektiği sorulabilir. Ancak bu soru kendi kendisini anlamsız kılar. Halkın çoğunluk iradesine karşı ve gerektiğinde zora başvurarak kendini kabul ettiren bir sistem, demokrasi olmaktan çıkmıştır. Halk'a karşı bir halk egemenliği iddiası anlamsızdır. Ve bu yola hiç başvurmamalı; yani demokrasi taraftarı olanlar, şu şuursuz çelişkiye bulaşmamalı ve demokrasiyi kurtarmak için diktatörlüğe sarılmamalıdır."(4) Kısacası, hangi gerekçeyle olursa olsun, temel siyasal kararların çoğunluğun, kimi zaman nitelikli çoğunluğun iradesine bırakılmadığı yerde demokrasi yoktur. Demokratlığın birinci kuralı budur.

3 Hans Kelsen, Verteidigung der Demokratie, 2. Auflage in Blatter der Staatspartei, 2. Jahrgang, 1932
4 Adı geçen eser.

Darbe Yargısının Sonu, Osman Can

27 Kasım 2010 Cumartesi

büyük hukukçu


Aydınların Türkiye'deki rolü ile bürokratik iktidarın inşası at başı giden bir süreçtir. Aydınların iktidar süreci, akademi dünyasının da önemli sürecidir. Örneğin, 27 Mayıs darbesine giden süreci hazırlayanlar içerisinde ciddi sayıda aydın olarak tanımlanan kişiler vardır. Örneğin, Tarık Zafer Tunaya, İsmet Giritli, Muammer Aksoy, Sıddık Sami Onar, Hüseyin Nail Kubalı, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu gibi isimler Türkiye siyasi tarihinin karanlık ve utanç verici bu sayfasını yücelten, meşrulaştıran "hukukçu profesörler" olabilmişlerdir. Demokrat Parti'den bu kadar nefret etmelerinin nedenlerinin araştırılması gerekir. Fakat bunların arasında Turhan Feyzioğlu daima akılda tutulması gereken bir isimdir. Türkiye'de Turhan Feyzioğlu isminin tarihsel rolü halen tükenebilmiş değildir. 1954 yılında Forum dergisini çıkarmıştır ki bu dergi etrafında bugün yine ismine aşina olduğumuz Mümtaz Soysal, Turan Güneş, Muammer Aksoy ve Coşkun Kırca gibi birçok isim vardır. Bu dergi etrafında yürütülen gençlik örgütlenmesi, 27 Mayısa giden en önemli aşamalardan biridir. Ne var ki o dönemin gençlik kavramı üniversite gençliğinden ibaretti çünkü onun dışında bir gençlik kavramı ve kategorisi Türkiye'de çok fazla yoktu. Kısacası 27 Mayıs örgütlenmesinde çok ciddi bir şekilde üniversitenin ve aydınların katkıları vardır. Darbe yapılır yapılmaz sabah bir askeri uçakla üniversiteden hocalar Ankara'ya getirilmiş ve burada bir açıklama yapmışlardır. "27 Mayıs ihtilali meşrudur; meşruiyetini kaybetmiş olan bir iktidara karşı yapılmıştır" diye fetva verilmiştir. Bunun üzerine Ankara'daki öğretim üyeleri ki bunlar arasında Muammer Aksoy da vardır, "Ceza yasalarını geçmişe yürütün" diye fetva vererek idamlar için, Yassıada yargılamaları için gerekli hazırlık niteliğinde yasa değişikliklerini sağlamışlardır. Bu kanunla o sırada iktidardan düşmüş olanların daha önce işledikleri eylemleri suç haline getirilmiştir. Hukuka aykırılık gerekçesiyle suçladıkları Demokrat Parti'yi mahkum etmek için hukuk devleti ilkesine en büyük zarar verilmiş; kanun, adaletsizliğin bir aracı olarak kullanılmıştır. Zaten tüm darbeciler, suçladıkları siyasilerden daha fazla hukuku ihlal eder, bu ihlallere de "büyük" diye bilinen ancak gerçekte "karargâh" hukukçusu olanlar gerekçe uydurur. Hiç başka türlü de olmamıştır. Bu akademi geleneğinin günümüzde halen sürüyor olması, halen "büyük" diye biline hukukçuların olağanüstü bir çabayla darbe dinamiklerini meşrulaştırmaya çalışması da diğer bir talihsizliktir. Muammer Aksoy'un nefreti daha keskindir ve "Elinizden gelirse çobanından çayırcısına, kuzucusundan esnafına ve siyasetçisine kadar bütün hepsini toplayın ve zindanlara tıkın. Suçsuzlukları kanıtlanıncaya kadar da bunları salıvermeyin." görüşünü darbecilere telkin edebilmiştir. İşte o dönemde Türkiye'de boyutları bir hayli korkunç bir aydın tablosu vardır.

Darbe Yargısının Sonu, Osman Can

24 Kasım 2010 Çarşamba

birinci madde


İsviçre medeni kanununun ve bizim medeni kanunun birinci maddesinde şöyle der: "Kanunda uygulanabilir bir hüküm yoksa, hâkim, örf ve âdet hukukuna göre, bu da yoksa kendisi kanun koyucu olsaydı nasıl bir kural koyacak idiyse ona göre karar verir." Yani uyuşmazlığı çözecek hâkim, kanun olmadığı bir yerde, yani hakkında kanun olmadığında örf ve âdete bakacak. Eğer o da yoksa bu durumda kendisini meclis yerine koyacak ve meclis olsaydı nasıl bir kanun çıkaracak idiyse öyle bir kuralın var olduğunu düşünerek ona göre hareket ederek kararını verecek. Bu, yargıya inanılmaz bir iktidar devridir ve inanılmaz bir yetki delegasyonudur.

Darbe Yargısının Sonu, Osman Can

13 Kasım 2010 Cumartesi

değersiz taşlar


Osman Hamdi müze komisyonu üyesi olduğundan beri ülkesinin arkeolojik geçmişine karşı daha fazla ilgi duyuyordu. Önceki yıllarda yapılan hataları hatırladıkça üzülmemek elde değildi. Bir de halihazırda Osmanlı topraklarında kazı yapan Batılılar vardı sıkıntısına tuz biber eken. Kazılar son dönemde bilimsel araştırma olmaktan tamamen çıkmış, tek kelimeyle birer yağmaya dönüşmüştü. Üstelik Batılılar kendilerini başkasına ait olan malı çalan bir hırsız olarak görmüyorlardı. Onlara göre söz konusu olan eserler nerede bulunursa bulunsun Batının olmalıydı. Osmanlı makamları birkaç sene öncesine kadar arkeolojik kalıntılarla hiç mi hiç ilgilenmemişti. Toprağın altındaki tarihi eserler değersiz taşlar olarak kabul edilmişti. Bu boş vermişlik nelere mal olmamıştı ki? 1870'li yılların başında Bergama çevresinde yol çalışmaları yapmakla görevlendirilmiş Humann adındaki bir Alman mühendis, kısa zamanda bölgedeki tarihi zenginliği fark etmiş ve hemen Pergamon antik kentini kazmaya başlamıştı. Humann çok geçmeden Zeus Sunağı olarak bilinen muhteşem yapıyı bulmayı başardı. Tapınağın sütunları ve frizleri bir bir gün ışığına çıkmıştı. Humann buluntuları ülkesine götürebilmek için hemen harekete geçti. Alman makamları da vakit kaybetmeden devreye girmişlerdi. Prusya'nın İstanbul büyükelçisi Bergama'da bulunan mermerlerin Berlin'e götürülmesi için dönemin sadrazamını devamlı sıkıştırıyordu. Sonuçtan emin olan Humann ise sunağı çoktan parçalara ayırmış, taşları Ege Denizi'ne kadar taşıyacak yük arabalarını bile hazırlatmıştı. Çok geçmeden Zeus Sunağı limanda bekleyen Alman gemilerine konarak Bergama'yı terk etti. Birkaç gün sonra parçalar Berlin Müzesi'nde tekrar birleştirildi. Böylece Osmanlı toprakları belki de en görkemli hazinesini yitirmiş oldu.


Kaplumbağa Terbiyecisi, Emre Caner

4 Kasım 2010 Perşembe

samuray



Çünkü sen bir samuraysın
Çünkü o bir samuray
Bir bulmaca gibi çıktın ortaya
Parçalarını yanlış yerleştirmişler
Ve sen bunun nedenini asla bilmedin
Çünkü bir samuraysın çılgın savaşçı
Değiştirmiyor seni takvimler
Bir kılıca benziyor öne sürdüğün gövden
Kaynağı belirsiz bir ışık aydınlatıyor
Suyun verildiği yeri
Ve bilmiyorsun kapıların ardında ne var
Anlamak istemiyorsun seni bekleyeni
Çünkü sen bir samuraysın
Çünkü o bir samuray

Murathan Mungan

13 Ekim 2010 Çarşamba

sonra çürüme başlar


Beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar. Ben Alper Kamu. Birkaç ay önce beş yaşına bastım. Doğum günüm yaklaşırken vaktimin büyük kısmını pencerenin önünde, dışardaki insanları izleyerek geçiriyordum. Hızlanarak, yavaşlayarak, türlü sesler çıkararak ve bir yerlere bakarak yaşayıp gidiyorlardı. Bir gün onlardan biri haline geleceğimi düşünmek beni hasta ediyordu. Ne yazık ki bundan kaçış yoktu. Zaman acımasızdı ve ben de hızla yaşlanıyordum. Hayatımdaki tek iyi şey artık anaokuluna gitmek zorunda olmayışımdı. Zarardan kâr. Uzun süre annem ile babama anaokulunun bana göre bir yer olmadığını anlatmaya çalıştım aslında. Bütün rasyonel dayanaklarıyla. Hiçbir işe yaramadı malesef. İlla ki uykumda kan ter içinde tepinmek, servis minibüsü kapıya geldiğinde küçük çaplı bir sinir krizi geçirmek gibi yöntemlere başvurmam gerekti derdimi anlamaları için. Kepazelik. İnsanı kendinden utandırıyorlardı.


Oğullar ve Rencide Ruhlar, Alper Canıgüz

28 Ağustos 2010 Cumartesi

alelade


Şimdiye kadar tesadüf ettiğim onca insanlardan bir tanesi benim üzerimde belki en büyük tesiri yapmıştır. Aradan aylar geçtiği halde bir türlü bu tesirden kurtulamadım. Ne zaman kendimle baş başa kalsam, Raif efendinin saf yüzü, biraz dünyadan uzak, buna rağmen bir insana tesadüf ettikleri zaman tebessüm etmek isteyen bakışları gözlerimin önünde canlanıyor. Halbuki o hiç de fevkalade bir adam değildi. Hatta pek alelade, hiçbir hususiyeti olmayan, her gün etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan biriydi. Hayatının bildiğimiz ve bilmediğimiz taraflarında insana merak verecek bir cihet olmadığı muhakkaktı. Böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız: "Acaba bunlar neden yaşıyorlar?Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?" Fakat bunu düşünürken yalnız o adamların dışlarına bakarız; onların da birer kafaları, bunun içinde, isteseler de istemeseler de işlemeye mahkûm birer dimağları bulunduğunu, bunun neticesi olarak kendilerine göre bir iç âlemleri olacağını hiç aklımıza getirmeyiz. Bu âlemin tezahürlerini dışarı vermediklerine bakıp onların manen yaşamadıklarına hükmedecek yerde, en basit bir beşer tecessüsü ile, bu meçhul âlemi merak etsek, belki hiç ummadığımız şeyler görmemiz, beklemediğimiz zenginliklerle karşılaşmamız mümkün olur. Fakat insanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri araştırmayı tercih ediyorlar. Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır. Benim de Raif efendiyi daha yakından tanımam sadece bir tesadüf eseridir.

Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali

24 Ağustos 2010 Salı

aynalar yolumu kesti



Aynalar, bakmayın yüzüme dik dik;
İşte yakalandık, kelepçelendik!
Çıktınız umulmaz anda karşıma,
Başımın tokmağı indi başıma.
Suratımda her suç bir ayrı imza,
Benmişim kendime en büyük ceza!
Ey dipsiz berraklık, ulvî mahkeme!
Acı, hapsettiğin sefil gölgeme!
Nur topu günlerin kanına girdim.
Kutsî emaneti yedim, bitirdim.
Doğmaz güneşlere bağlandı vâde;
Dişlerinde, köpek nefsin, irade.
Günah, günah, hasad yerinde demet;
Merhamet, suçumdan aşkın merhamet!
Olur mu, dünyaya indirsem kepenk:
Gözyaşı döksem, Nuh Tufanına denk?
Çıkamam, aynalar, aynalar zindan.
Bakamam, aynada, aynada vicdan;
Beni beklemeyin, o bir hevesti;
Gelemem, aynalar yolumu kesti.

Necip Fazıl Kısakürek

20 Ağustos 2010 Cuma

faraday


Bir gün, Encyclopaedia Britannica'nın son baskısını dikerken Faraday'ın yaşamı tamamen değişti. Ansiklopedinin 127. sayfasındaki elektrik konusunu okurken doğa felsefecilerinin yıllardır farkında oldukları bu görünmez olayı henüz çözümleyemediklerini öğrendi. İçinde bir şeyler kıpırdandı ve Kutsal Kitap'ın daha önce binlerce kez işittiği bir ayetini anımsadı: "Dünya'nın yaratılmasından itibaren Tanrı'nın görünmez nitelikleri -sonsuz gücü ve Tanrısal yapısı- ortaya koyduğu eseri sayesinde açıkça görünür hale gelmiştir." Elektrik görünmez ve anlaşılmaz, yani "açıkça görünmeyen ve anlaşılmayan" bir şey olmaya devam ettiği müddetçe "Tanrı'nın sonsuz gücünü ve Tanrısal yapısını" doğru olarak anlayabilmek mümkün olmayacaktı. Bunun tahammül edilemez bir durum olduğunu düşünen genç adam hemen orada ve o anda bu konuya bir çözüm bulmaya karar verdi.

Dünyayı Değiştiren Beş Denklem, Michael Guillen

19 Ağustos 2010 Perşembe

bir beyit bin anlam..


Saltanat dedikleri ancak cihân kavgasıdır
Olmaya baht-u saadet dünyada vahdet gibi

Muhibbî

16 Ağustos 2010 Pazartesi

kütle çekimi


O dönemde Newton, en ünlü denklemi ve onun insanı şaşırtan sonuçları üzerinde iyice düşünmüş ve şu itirafta bulunmuştu: "Göksel olguları kütle çekimi kuvvetiyle açıkladık, ancak bu kuvvetin nedenini belirlemedik." En sonunda, bütün bunların sorumlusunun Tanrı olduğu konusunda ısrar ediyor ve şunları söylüyordu: "Güneş, gezegenler ve kuyruklu yıldızlardan oluşan bu en güzel sistem, ancak zeki ve güçlü bir varlığın bilgisi ve hâkimiyetiyle işleyişini sürdürebilir." Newton, Aristoteles'in Tanrı'yı Dünya'dan ayrı bir göksel âlemle sınırlandıran düşüncesinde hatalı olduğu sonucuna varmıştı. Aristoteles'in bu düşüncesi, Newton'ın genç çağdaşlarının bu mükemmel göksel âlemin kütle çekimiyle bozulması nedeniyle Tanrı'nın evrenden dışlandığını düşünmeleri kadar hatalıydı. Tam tersine Yaratan, küçük bir elma ve Dünya da dahil, yaratmış olduğu her şeyde daima var olmuştu, vardı ve var olacaktı. Gittikçe yaşlanan ünlü doğa felsefecisi heyecanla şunları söylüyordu: "O ölümsüz ve sonsuzdur; her şeye gücü yeter ve her şeyi bilir. ebedi ve ezelidir. Varlığı sonsuzdan sonsuza uzanır."

Dünyayı Değiştiren Beş Denklem, Michael Guillen

11 Ağustos 2010 Çarşamba

diyalektik



Diyalektik deyince derhal günümüze bir göz atalım. Her fikrin bir diyalektiği olduğuna göre bir de günümüzün şu parti hayatındaki, şurada buradaki diyalektiğe bakalım. Oradan fikrin kıymeti anlaşılır. Elinize mühim bir anahtar vereceğim. Hatırıma Şarlo'dan bir misal geliyor. Şarlo sokak çocuğunun dahi güldüğü ama en büyüklere hitap eden bir sanatkâr... Bergson isimli filozof Gülmek isimli kitabına Şarlo'dan bir bahis ilave etmiştir. Ve Şarlo, İngiltere'ye gittiği zaman İngiliz kralı istasyona kadar gelip karşılamıştır. Şarlo diyalektiğin, gülünç diyalektiğin sırrını belli etmek için bir filminde şöyle bir unsur kullanır: Bir heykelin açılış merasimi yapılacak... İşte kordelâlar kesiliyor. Bütün beylik şeyler yerinde ve nihayet oranın şusu busu, parti reisi, belediye reisi... O, şu, bu ve resmi hüvviyetler... Başlıyor konuşmaya biri... Fakat ağzından bir kelime çıkmıyor. Birtakım "cık cık"lar çıkıyor. "Cık cık cık..." Ama öyle bir âhenk çıkıyor ki "cık cık"lar âdeta kelime yerine geçiyor. Böylece Şarlo, gülünç, temel fikirden mahrum, saman ekmeğinden ibaret klişe fikir taklitlerinin kof diyalektiğini çocukları dahi güldürecek şekilde ifade eder. Heyhat ki bugün fikir hayatımıza baktığımız zaman orada göreceğimiz birtakım "cık cık"lardan başka bir şey değildir.


Hesaplaşma, Necip Fazıl Kısakürek

8 Ağustos 2010 Pazar

bir ölü


Ve ekmekle oynayanlar! Bu milletin Nasreddin Hoca'nın eşeği gibi sonuna kadar, öleceği âna kadar tahammül edeceğinden emin olanlar! Fransız İhtilâli zannetmeyin ki ansiklopedicilerden doğdu, meşhur ansiklopediciler... Fikir zeminini onlar hazırladı. Blondeller vs gibi. Ama o ekmekten doğdu. Öyle bir sefalet vardı ki XVI. Lui devrinde, Kral sefaleti görmemek için hususi bir yol açtırmıştı ava gitmek için. O da avcıydı bizim VI. Mehmed gibi. Fransızlar bu yola isim taktılar: Ölüm Yolu. Bir gün Kral, böyle menevişli şeylerin içinde, üniformalarla, asillerle ava çıkarken önünden bir tabut geçiyor. Atlar şahlanıp duruyorlar. Kral soruyor: "Bu ne?", "Bir ölü" diyorlar. "Ne ölüsü, kim var içinde?" diyor. Cevap: "Fransa var!"

Hesaplaşma, Necip Fazıl Kısakürek

14 Temmuz 2010 Çarşamba

mavi gök orda mı


Mavi gök orda mı
Bakıyorsun kuşlar
Hazır
Sokak lambaları yanık unutulmuş
Bir Kadıköy vapuru hınca hınç insan
Çok geçmeyecek
Martılar beyhude turlar atacak
Kıyılar lağım konserve kutuları
Mısır koçanları

Sevgi aranabilir yine
Korkusuzca say koskoca kederlerini
Bir kuyu bulunabilir

Aklımdan çıkmıyorsun
Sen hâlâ dizüstü
Bunca anıyı besleyerek
Sokaklarda avaz avaz konuşarak kendi kendinle
Mektupları öpebilirsin kırmızı dudaklarınla
Görür gibi olarak açıp baktığımı
Bense şöyle diyorum:
Buradan bir acı kanamış boyuna

Kuşlar hazır
Öncü havalanmak üzre
Şehri gelen bir mevsime bırakıyorlar
O vapur hâlâ hınca hınç
Kimbilir her biri hangi dünyaya sağır
Çok geçmez aradan

Kadınlar kapı önlerinde
Ellerinde meşalelerle
Aydınlatırlar gelip geçen erkek suratları
Yorgun bir sarıyla ben de
Geçeceğim önlerinden

Aklımdan çıkmıyorsun dedim
Başka türlüsünü yorgunum anlatmaya
Telefonlar yan hücrede çalışıyor
Bense kurşunî bir dere
Ağaçlar hayvanlar bile kaygılı
Onu bir mersedesten indirdi kalçasına kadar açılarak
Yapyaşlı bir rum kadın
Her şeyde yanıp sönen bir kıyamet algısı
Haydi koşayım diyorum belki dağılır
Koşuyorum
Sancağımda kendi rüzgârımla ölgün kıpırtılar
Hayır daha sevgili daha sevimli değil
Ne başka bir gün ne başka bir zaman

Çok geçmeyecek aradan
Şöyle diyeceğim:
Bulutlar açmadı
Mavi gök orda mı

Cahit Zarifoğlu

29 Haziran 2010 Salı

bir beyit bin anlam..


Mecnun ile bir mekteb-i aşk içre okurduk
Ben Mushaf’ı hatmettim, o ve’l-Leyli’de kaldı

Fuzulî

23 Nisan 2010 Cuma

orası neresi burası bir adam



Korkuyu kapışır taşlar
Karanlık kendine çekince perdeyi
Göz hüzünle odayı kapar
El uyur ve akvaryumda balık
Resmi çekilmiş nehir

Böyle bir çiçek vardı
Rüyadaki geçit büyüyüp büyüyüp
Büyüyüp büyüyüp büyüyüp
Espası bir tek gecede
Ezip el tutan
Alnını bütün bir duvara dayayan
Ve sesleri bir orman büyüklüğünde
Güneşe yol yapan çocuk
Güreşip bütün gelişleriyle
Gecikmiş bir deniz feneri

Saati yalvarır hızla
Şafağı çoğaltır kan akan damar
Adım zorlar kapıya çağrılan
En korkulan gerçeği
Bir boyun eğişle girilen
Böyle bir çiçek vardı
Kılcal kökleri
Çağın sarsıntı duvarlarından
Burası bir adam
Bir aşk çapında
Bir çeşit hapishane tutulan

Akıp giden su uyanınca adam
Suyu geçmek isteyen karınca
Bir taşın alevinden basarak ellerine
Kaçınca adam
Bırakmaz eşyasını da uykuda

Cahit Zarifoğlu

7 Mart 2010 Pazar

bir parça sezar


Dostların ihaneti kadar hiçbir şey acı değildir. Ve nedense hep de böyle olur ve biz, bize en son ihanet edeceğini sandığımız kişinin ihanetine uğrarız ansızın. Artık bir parça Sezar olmuşuzdur. Bir yıldızlar kalır geriye, onlar da gözyaşlarının sıcaklığını duyamayacağımız kadar uzaktadırlar. Oturup hem kendimiz hem yıldızlar için ağlarız, gözyaşlarımız tükenir. Dostların ihaneti kadar hiçbir şey acı değildir çünkü.

Cümle Kapısı, Nazan Bekiroğlu

27 Şubat 2010 Cumartesi

ayrıcalıklı sınıfın besini: yoksulluk ve bilgisizlik


Kuşkusuz kişisel mülk anlamındaki zenginliğin eşit olarak paylaşıldığı, kudretin ise ayrıcalıklı, sınırlı bir zümrenin elinde olduğu bir toplumu düşlemek olasıydı, ama uygulamada böyle bir toplumun sarsılması uzun sürmezdi. Çünkü rahat ve geleceğe olan güvence herkese sağlandığı zaman yoksulluk nedeniyle gelişemeyen insan kitleleri okuma-yazma öğrenerek kendileri için düşünmeyi başarabilecekler; bu aşamayı geçirdikten sonra er geç ayrıcalıklı sınıfın gereksizliğini kavrayarak ondan kurtulacaklardı. Uzun dönemde, hiyerarşik toplum ancak yoksulluk ve bilgisizlik üzere kurulu olduğu sürece var olabilirdi.

1984, George Orwell

24 Ocak 2010 Pazar

bir ki deneme


Zar tutuyorsun ey hayat bu kaçıncı sevgili
Yanlış ata oynamışım gözlerim öyle dedi.

Pır pır diye ses çıkardı yürürken yüreğimden
Denizleri sulardım tozmasın diye deniz
Sporu çok severdim çiçeğe yem vermeyi
Kuşlara binerdim ve kaçardım basından
Bak buraya yazıyorum diye milyar kelimeyi
Ziyan eden de bendim hem de hiç sıkılmadan.

Güzeldim de galiba bunu nasıl söylesem:
Eline sağlık Tanrım Leyla çok güzel olmuş
Tanrım eline sağlık dünya da çok güzel olmuş
Keşke biraz ölmesem.

İbrahim Tenekeci