28 Ağustos 2007 Salı

Kandilimiz mübarek olsun.

27 Ağustos 2007 Pazartesi

üç soru..

Derin uykulara dalmadan önce ilk soru:Sevgilerinizi en son ne zaman hatırlamıştınız ve sevgiyi hak edenleri en son ne zaman?!

Bir soru daha:
Sevgileriniz yalan mıydı yoksa?!

Ve son soru:
Çorak vadilere yönelmişse sevgilerimiz, çevremizi kandırmıyorsa sulara, içimizden akan Nil olsa ne?!

Âyine,İskender Pala

21 Ağustos 2007 Salı

bir beyit bin anlam..


Kemâl ehli üzre tasaddurda câhil
Acâyib garâyib; garâyib acâyib

Ruhî

20 Ağustos 2007 Pazartesi

bir mağara düşün dostum

Bir mağara düşün dostum.Girişi boydan boya gün ışığına açık bir yeraltı mağarası.İnsanlar düşün bu mağarada.Çocukluktan beri zincire vurulmuş hepsi; ne yerlerinden kıpırdamaları ne başlarını çevirmeleri kabil, yalnız karşılarını görüyorlar.Arkalarından bir ışık geliyor...Uzaktan, tepeden yakılan bir ateşten.Ateşle aralarında bir yol var, yol boyunca alçak bir duvar.Gözbağcıları seyircilerden ayıran setleri bilirsin, üzerlerinde kuklaları sergilerler, böyle bir duvar işte...Ve insanlar düşün, ellerinde eşyalar: tahtadan taştan insan veya hayvan heykelcikleri, boy boy, biçim biçim.Bu insanlar duvar boyunca yürümektedirler, kimi konuşarak, kimi susarak.Garip bir tablo diyeceksin, hele esirler daha da garip.Doğru...O esirler ki ömür boyu başlarını çeviremeyecek, kendilerini de arkadaşlarını da arkalarından geçen nesneleri de duvara vuran gölgelerinden izleyecekler.Şİmdi de mağarada seslerin yankılandığını düşün...Dışarıdan biri konuştu mu esirler gölgelerin konuştuğunu sanır, öyle değil mi?Kısaca onlar için tek gerçek var: gölgeler..Tutalım ki zincirlerini çözdük esirlerin, onları vehimlerinden kurtardık.Ne olurdu dersin, anlatayım...Ayağa kalkmay, başını çevirmeye, yürümeye ve ışığa bakmaya zorlanan esir bunları yaparken acı duyardı.Gözleri kamaşır, gölgelerini görmeye alıştığı cisimleri tanıyamazdı.Biri ona:"Ömür boyu gördüklerin hayaldi.Şimdi gerçekle karşı karşıyasın" diyecek olsa, sonra da eşyaları bir bir gösterse, "bunlar nedir" diyecek olsa şaşırıp kalır, mağarada gördüklerini şimdi gösterilenlerden çok daha gerçek sanırdı.

Bir de düşün ki esiri mağaradan çıkarıp dik bir patikada güneşin aydınlattığı bölgelere sürükledik.Bağırdı, yanıp yakıldı, öfkelendi...Kulak asmadık.Gün ışığına yaklaştıkça gözleri daha çok kamaştı.Hiçbirini seçemez oldu gerçek nesnelerin.Sonra yavaş yavaş alıştı aydınlığa.Önce gölgeleri fark etti, arkasında insanların ve cisimlerin suya vuran akislerini.Akşam olunca göğe çevirdi bakşlarını, ayı gördü, yıldızları gördü.Zamanla güneşin suya vuran akislerine bakabildi.Nihayet gökteki güneşe çevirdi gözlerini.Ve düşünmeye başladı.Ona öyle geldi ki mevsimleri de yılları da güneş yaratıyor, görünen dünyanın yöneticisi o.Esirlerin mağarada gördükleri varsa onun eseri.Ve eski günlerini hatırladı.Ne kadar yanlış anlamışlardı bilgeliği.Mutluydu şimdi, mağarada kalan arkadaşlarına acıyordu.Eski hayatına, eski vehimlerine dönmemek için her çileye katlanabilirdi.

Adamın mağaraya döndüğünü tasavvvur et.Karanlığa kolay kolay alışılabilir mi? Dostlarına hakikati söylese dinlerler mi onu? Ağzını açar açmaz alay ederler:"Sen dışarda gözlerini kaybetmişsin arkadaş. Saçmalıyorsun.Biz yerimizden çok memnunuz.Bizi dışarı çıkmaya zorlayacakların vay haline..." İşte böyle aziz dostum.Sana anlattığım hikaye kendi halimizin tasviridir.Yeraltındaki mağara:görünürler dünyası.Yücelere çıkan esir:meseller (idea'lar) alemine yükselen ruh.

Eflatun

p.s. ileri görüşlülüğün bu kadarı.. kaç asır önce söylendi, yazıldı bu satırlar kim bilir
p.s.(1) aslında ileri görüşlülükle değerlendirmek yanlış olabilir, insanın doğasından kaynaklanıyor belki de ne kadar medeniyiz desek de bir yanımız hep ilkel, doğru bir tespit olduğu su götürmez bir gerçek bu arada

babalar güzeline mersiye

Gittin; dünya bir kafes, devâ mahpus, söz ketum
Gittin; çekildi suyu can nehrinin; kaldı kum
Doruklarda bahardın, derinde servi boylu
Muhabbet savaşçısı, yiğit, cihangir soylu
Göklere yönelirdin gece gündüz, susardın
Zamanı ilmek ilmek çözüp hicranı sardın
Bu gün hüznün hayale kuyu kazdığı gündür
Bu gün kederden sabrın bile bezdiği gündür

Yetim kalmış çiçekler sana meftun bakardı
Yuvanda gülkurusu bakışların kokardı
Tenhada çoğaltırdın gözlerini kimsesiz
Gözlerin başkaları için ağlardı sessiz
Bereket dağıtırdın çocukların kalbine
Sonbaharına erip döndürüldün Rabbine
Bu gün ötenin bir dost eli sezdiği gündür
Bu gün samanyolunda aşkın gezdiği gündür

Kör bakmayı bilmezdin; özde ruhun yanardı
Rüzgâr, yağmur ve güneş seni meczup sanardı
Şimdi yansın kapılar, pencereler kırılsın
Vadiyi sel götürsün, dağ ikiye yarılsın
Öncü bir kıyametten geçtiğin ândı ölüm
Sen rüyadan uyandın; senden uyandı ölüm
Bu gün kalemin “eyvah” diye yazdığı gündür
Bu gün kardelenlere kanın sızdığı gündür

Ân gelir, seni nâçâr kılan dert nîran olur
Alıcı kuşlar gibi vurulup vîran olur
Yedi iklimden sorar düşlerini yârenler
Buhurdanlıkta taşır hâtıranı erenler
Kırlangıç yuva yapsın şimdi lâlezarına
Erguvan tohumları ekildi mezarına
Bu gün kovulmuşların katran süzdüğü gündür
Bu gün toprağın alevleri üzdüğü gündür

Nurullah Genç

16 Ağustos 2007 Perşembe

bir beyit bin anlam..


Cümle lezzetten lezîz iksîrsin ey zehr-i aşk
Zevki derdinden alan her ruh dermândan geçer

Yahya Kemal

hoşça bak zatına

Ey gönül, ey gönül, neden bu kadar gamla dolusun. Yıkıksın, kırık döküksün ama tılsımlı bir definesin sen.

Meleklerin secde etmeleri emredilen kadri yüceltilmiş bir varlıksın, bildiğin gibi değil, her varlıktan daha olgun daha ilerisin sen.

Ruhsun, Cebrail'in üfürmesiyle ikizsin, Allah'nın sırrısın, Meryem'in oğlu İsa gibisin sen.

Kendine bir hoşça bak, alemin özüsün sen, varlıkların gözbebeği olan insansın sen.

Mertebeni adlarla sanma; adların sahibindedir. Dönüp varacağın yer her şeyi yaratandır, eşyaya gideceğini zannetme.

Gördüğün gerçekleri rüya sanma, sen başka bir varlıksın; kendini her sûreti kabul eden Heyulanın büründüğü sûret zannetme.

Keşifle gerçekliği meydana çıkan manayı dava sanma, hakkında söylenen vasıfları gözüne girmek için söylenmiş sözler zannetme.

Kendine bir hoşça bak, âlemin özüsün sen; varlıkların gözbebeği olan insansın sen.


Sırrını inleyip de sakın ağyara açma; bilmezlikle inkâr çukuruna düşmekten sakın.

Ahların, sakın, sevgilinin kâkülüne değmesin, sonra Mansur gibi dâra çıkarsın.

Sakın yaradan incinip de sevgiliye aczini bildirmeye kalkışma; a çaresiz kişi bulduğun kadri yüce incileri sakın.

Kendine bir hoşça bak, âlemin özüsün, varlıkların gözbebeği olan insansın sen.


Sevgi sırlarının mahzeni, o sırlar hazinelerinin konduğu yer sendedir, sende. Erlik, yiğitlik nurlarının madeni sendedir, sende.

Gizli gizli daha nice ruh halleri var sende. Tanıyıp anlayış sende, hüner sende hakikât sende.

Baksan görürsün ki yer de, gök de, cehennem de, cennet de sende, kürsî de sende, melek de elbet sendedir sende.

Kendine bir hoşça bak, âlemin özüsün sen, varlıkların gözbebeği olan insansın sen.


Yazıktır, padişahken âlemde yoksul olmayasın, ümit ve yalvarışla bozbulanık bir hale gelmeyesin.

Ye's vadisine düşüp bir hiç olarak yok olmayasın, yolunu yitirip bela sahrasının yolunu tutmayasın.

Âdeme yapış ki gerçekten ayrılmayasın, secdeler et ki Allah reddetmesin seni.

Kendine bir hoşça bak,âlemin özüsün sen, varlıkların gözbebeği olan insansın sen.


Allah'tan gayri bütün varlıklardan, çakıp sönen, gelip giden bütün şimşekler gibi geç git. Üstüne takılan, konan çerçöpe aşk ateşini siper et (onları yak yandır).

Gönül bağlanacak şeylerin eserleri, sakın, eteğini tutmasın. Şems gibi, Mevla'yı isteyerek yola koyul, yol almaya bak.

Aynanı( gönlünü) arıt, bütün sûretler ona vursun, görünsün. Galip, hele bir duygularını derle, topla da bak.

Kendine bir hoşça bak, âlemin özüsün sen, varlıkların gözbebeği olan insansın sen.

Şeyh Galip (sadeleştirilmiş..)

2 Ağustos 2007 Perşembe

slogan ilkelin ideolojisi

Karanlıkta kavga olmaz. İdeolojiler, uçurumları aydınlatan hırsız fenerleri. İstemesek de onlara muhtacız.Kaosu kosmos yapan insan zekası, tecrübelerini ideolojilerde sergilemiş.İdeolojiye düşmanlık, tek izm'e teslimiyettir: obskürantizme.İdeolojiler siyaset dünyasının haritaları.Haritasız denize açılınır mı? Ama harita tehlikeli bir yolculukta tek kılavuz olamaz.Pusulaya da ihtiyaç var.Pusula: şuur.Tarih şuuru, milliyet şuuru, kişilik şuuru.İdeolojilerin peşine takılanlar pusulasızdırlar.Gemi ya kayalara çarptı ya batağa saplandı.İdeolojilerin ışığına göz yumanları sloganlar yönetir.Karanlık kinlerin birbirine saldırttığı çılgın sürülerin savaş çığlığıdır, slogan.İlkelin, budalanın, papağanın ideolojisidir.Düşünce ile çığlık bağdaşmaz.Şuurun sesi çığlık değildir.Yabani bağırır, medeni insan konuşur.Bu çocuklar yıllarca konuşturulmadı.Hınçlarını üç beş kelime ile suratımıza tükürüyorlar.İdeolojileri yasakladığımız için hışımlarına uğradık.Demokrasinin demopedi olduğunu kimse düşünmedi.Aczin hürriyetperverliği yalanların en namussuzu.Bahşedilen hürriyet, ölmek ve öldürmek hürriyeti.
Toprak sarsılıyor!..Hep birden esfel-i sâfiline yuvarlanmak istemiyorsak, gözlerimizi açmalıyız.İnsanlar sloganla güdülmez.Düşünceye hürriyet, sonsuz hürriyet.Kitaptan değil kitapsızlıktan korkmalıyız..Bütün ideolojilere kapıları açmak, hepsini tanımak, hepsini tartışmak ve Türkiye'nin kaderini onların aydınlığında fakat tarihimizin büyük mirasına dayanarak inşa etmek.İşte, en doğru yol.

Bu Ülke,Cemil Meriç

1 Ağustos 2007 Çarşamba

bir beyit bin anlam..


Göz yum cihâna aç gözünü dem gelir geçer
Sen göz yumup açınca bu âlem gelir geçer

Abdülhak Molla

virgülü kaybettik


Osman Nevres Efendi diyor ki:

Önün ardın gözet, fikr-i dakîk et, onda bir söyle
Öğütme ağzına her ne gelirse âsiyâb-âsâ


Şu demek:Sözü söylerken önünü ardını gözet ve on kez düşünüp bir kez söyle.ağzına gelen her şeyi değirmen gibi hemen öğütüverme.

Sözü söylerken on defa düşünmeyi, onu en güzel ve sanatlı şekilde söylemeyi nasıl da unuttuk birden.Bir vakitler, konuştuğunda herkesin sustuğu, yazarken kaleminden dimağa lezzetler yayılan söz sultanları yaşardı bu coğrafyada oysa.Galiba bir rüzgar esti üstünden kentin ve sözün efendisi virgülü yitirdi birden.O zaman geniş, sanatlı, bol çağrışımlı, zengin ve tabii olarak zor cümlelerden korkar oldu ve basit ifadeler, kısa anlatımlar kullanmaya başladı.İfadede bir kargaşayla karşılaşmıyordu gerçi ama konuştuklarının etkinliği, güzelliği, estetiği ve sanatı kısmen kaybolmuştu.Cümleleri basitleşince gitgide düşünceleri de basitleşti ve bu, gün geldi kişiliğine yansıdı, sıradan ve hatta önemsiz kıldı.Efendiğini mi yitiriyordu ne?!..

Bir başka gün, o rüzgar ünlem işaretini alıp götürdü.Şimdi alçak sesle ve ses tonunu değiştirmeden konuşur olmuştu usta.Artık ne kızıyor, ne seviniyor, ne de heyecanlanabiliyordu.Hayatının renkleri kaybolmuş gibiydi.Yeknesak yaşamaya işte böyle başladı.Ustalığı yoktu artık.

Bir süre sonra, soru işaretini de yitirdiğini gördü.Soru sormaz, soramaz olmak onu kendi içine kapatmıştı.Hiç bir şey onu ilgilendirmiyordu artık.Kalbinden geçen sevgilerin nedenini, zihnini bulandıran düşüncelerin niceliğini, dış dünyada olup biten olayların gerçeğini anlayamıyordu.Ne evren, ne dünya, ne ülke, ne de kendisi umrundaydı artık.Çocukken merak ettiklerini bile meark etmekten uzaklaştı.

Birkaç yıl sonra sözcü, üst üste iki noktanın anlamını unuttu.Davranışlarının sebeplerini açıklamaktan vazgeçmeye o zaman başladı.Başkaları da onunla ilgilenmez olmuşlardı.Büyük bir yalnızlığın içinde kalmış, kalabalıklar arasında tek başına yaşar olmuştu.Ailesi, çevresi, işi, mesleği, sosyal hayatı var mıydı, yok muydu, unutmuştu.Sözü kaybetti.

Ömrünün sonuna doğru elinde yalnızca tırnak işaretinin kaldığını fark etti.Kendine özgü tek düşüncesi yoktu artık.Kendinden sıyrılmış olarak yaşamak, başka birisinin yerine yaşamak kadar tatsız, boş ve anlamsızdı.Üstelik başkalarının düşüncelerindeki sorumlulukları yüklenme endişesi de iyiden iyiye belini bükmüştü.

Noktaya geldiğinde sıra, düşünmeyi ve konuşmayı da unuttu.Kaybettiği nokta son nefesinde onu beklemekteydi oysa.

Dil bir ayna idi, insanın gerçek yankısını dışa aksettiren.Ve aynalar ya güzelleşmek ve süslenmek ya da çirkinliğimizi görüp gidermek içindir.Aynayı kırmak, çirkinliğimizi başkalarının gözünden değil kendi gözümüzden saklar.

Gözgü,İskender Pala

30 Temmuz 2007 Pazartesi

denizin delisi


Unutmak mı?
Delisin...
Gitmesem de bekler orada deniz.
Gelirsem, bilmelisin
Benim beklememdir burada deniz.
Gitmek gibi geleceğim
Denizin delisine
Delinin denizi gibi
O ne kadar giderse...
Özdemir Asaf

28 Temmuz 2007 Cumartesi

mutluluğun kokusu

Dostum birden soruverdi:
"Bir insanın mutlu olduğu nasıl anlaşılır?"
"Bilmem...Belki, gözlerinin parlaklığından, neşesinden, belki yüzüne vuran iç aydınlığından."
Dostum hepsini kabul eden ama yeterli bulmayanbir el işareti yaptı:
"Bunlar doğrudur.Mutluluk saklanmaz.Mutluluk insanın içinden sızar, bir yerlere girer, orayı değiştirir.Bir de kokusu vardır.Bilir misin, mutluluk kokar."
"Mutlulğun kokusu mu?"
Doğrusu duymamıştım.Dostum anlayışla baktı:
"Doğrudur, duymamışsındır.İnsanlar pek fark etmezler.Oysa, her ruh halinin kendine özgü bir kokusu vardır.Eğer insanlar koku duygularını kaybetmeselerdi, bunları da bilirlerdi.Ama bir çok şey gibi bunu da kaybettiler."
"Yani, önceden biliyorlar mıydı?"
"Elbette, biliyorlardı.Bak hayvanların birbirleriyle iletişim kurmalarında koku nasıl önemli rol oynar."
"Evet ama konuşamadıkları için."
Dostum biraz sabırsız sözümü kesti:
"İnsanlar konuştukarı için artık kokuya gerek duymuyorlar, değil mi? Şimdi sen bana insanların konuştuklarını mı söylüyorsun"
Artık karşılık veremiyordum.Dinlemeyi sürdürdüm.
Dostum:
"Sen de biliyorsun ki insanlar gerçekte konuşmuyorlar.Konuşur gibi yapıyorlar.Öğrendikleri sözcükler var.Birbirlerine onları söylüyorlar.Gerçekte çok azı, çok az zaman için konuşuyor.Onlara da dikkat et, duygu sözcükleri yoktur.Onun için de çoğunlukla birbirlerini dinlemezler.Gerçekte konuşmayan, gerçekte dinlemeyen insanlar iki önemli iletişim aracını kaybettikleri için artık anlaşamaz hale gelirler.Koku ve dokunma.İşte gerçek iletişimin iki yolu.İnsanlar ikisini de unuttu."
Onu biraz kışkırtmayı denedim:
"Şimdi insanlar birbirlerini koklasınlar mı diyorsun?"
Umutsuz ve kırgın baktı:
"Keşke ne dediğimi anlasalardı da söyleseydim.Koklamak öyle incelikli bir duygu ki, bugünün insanına öğretilmesi gerekir.Zavallı koku alma duyumuz.Öylesine kötü kokularla bozuldu ki, yeniden eğitilmesi gerekiyor.Biliyor musun, insanlar insan kokusunu bile alamıyor.Bir çocuğun kokusu.Yaşlı insanın kokusu.Umudun kokusu.Bezginliğin kokusu.Hayata kırılmanın kokusu.Mutluluğun kokusu.İnsanlar bunları unuttular.Dokunma d öyle.İnsanlar bunu da unuttu.Bir elin el üstüne konması.Bir omuzun omuza dayanması.Bir sırtın sırta dayanması.Ayakların birbirine sarılması.Unuttuğumuz ne çok şey var."
Günümüz insanını savunmak istedim:
"Ama sözcükler var, yazı var.Belki o yüzden unutmuşuzdur."
Dostum biraz dalgınlaştı:
"Evet yalanların aracı sözler, yalanların aracı yazılar.Bir türlü içimizden geleni söylemeyi, yazmayı bilemediğimiz için yalanlarımızın aracı olanlar.Beden yalan söylemez, dokunuşun yalan söylemez.Bunlar gerçekleri iletir.Sadece gerçekleri."

Elde Var İnsan,Senai Demirci

27 Temmuz 2007 Cuma

bir beyit bin anlam..


Ta geçmeyince medrese-i kıyl ü kâlden
Anlanmaz ıstılâhı kitâb-ı mahabbetin

Nabî

26 Temmuz 2007 Perşembe

fatih olabilmek

O ki, bir şehri alarak fatih olmadı; bir çağı kapatmakla tarihe geçmedi.Bence o, henüz 22 yaşında bir delikanlı iken aldığı şehrin çürümüş fikriyatı ve haraba durmuş imarı karşısındaki üzüntüsünü,

Bûm nevbet mî-zened ber târem-i Efrâsiyâb
Perdedârî mî-kuned der kasr-ı kayser ankebût*

diye gözlerinden akıttığı an fatih oldu.

*Fatih, Topkapısı'ndan İstanbul'a girip atıyla Ayasofya'ya doğru ilerlerken Konstantin şehrinin Bizanslılarca ne derece hoyrat kullanıldığına bakıp hayıflanmış ve içinden kansere yakalanan şehir dokusuna acıyarak Şirazlı Sadî'nin yukarıda zikredilen beyitini mırıldanmıştı.Şöyle demekti: "Efrâsiyâb'ın kulesinde nöbeti baykuş tutuyor (veya çanı baykuşlar çalıyor); Kayser'in sarayında ise perdedarlığı örümcekler yapıyor...(Çok yazık!..)"
...

Gözgü,İskender Pala

ezelde

"Bugün" dedi Abdullah'a, "N'oldu biliyor musun?" Abdullah "N'oldu efendim?" dedi."Kitaplığa giderken, yolun daraldığı bir yerde, bir köpek çıktı karşıma.Geçmesi için yol verdim." Sustu. Abdullah bekliyordu. Suskunluğu sürünce,"Anlatmayacak mısınız?" diye sordu."Sanki" diye konuştu,"Köpek, hal diliyle bana, 'Ezelde benim varlığımda ne eksiklik ve sende ne fazlalık vardı ki, bana hayvanlık postu giydirdiler de, sana insanlık onurunu layık gördüler?' diyordu.Bu bağışın şükrü olmak üzere, yol hakkımı ona verdim."

Gezgin,Sadık Yalsızuçanlar

25 Temmuz 2007 Çarşamba

beklenen

Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar,
Ne de şeytan bir günahı,
Seni beklediğim kadar.

Geçti, istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni,
Gelme, artık neye yarar?..

NFK

24 Temmuz 2007 Salı

bu firar bir kabil kompleksi

 
Her dudakta aynı rezil şikayet:yaşanmaz bu memlekette! Neden? Efendilerimizi rahatsız eden bu toz bulutu, bu lağım kokusu, bu insan ve makine uğultusu mu? Hayır, onlar Türkiye'nin insanından şikayetçi. İnsanından yani kendilerinden. Aynaya tahammülleri yok.Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını "yaşanmaz"laştıranlardır.

Bu Ülke,Cemil Meriç

23 Temmuz 2007 Pazartesi

bir beyit bin anlam..


Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir
Mübtelâ-yı gam olandan sor kim geceler kaç saat

Lâedri

22 Temmuz 2007 Pazar

kamûs, bir milletin hafızası

Kamûs, bir milletin hafızası,yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla.Kamûsa uzanmış el namusa uzanmıştır.Her mukaddesi yıkan fransız ihtilali, tek mukaddese saygı göstermiş:kamûsa.
Eski sözlüğe kızıl bir külah geçirdiğini söyleyen Hugo, tek kelime uydurmamış; sembolizmin üç silahşörü de öyle.Ama kullandıkları her kelime yeni.Heyhat!Batıda cinnet bile terbiyeli.

Bu Ülke,Cemil Meriç

noktasız


Biri gelir sorarsa
Sana beni sorarsa
Gitti der misin
Gittiğimi söyler misin
Gidiyorum ben sana
Benimle gider misin.

Özdemir Asaf

gül > gel, kel, kil ??

Gül kelimesinin osmanlı harfleriyle yazılışı gel, kel, gil...okumaya müsaittir.Hatta bu konuda bir fıkra anlatılır:
Vaktiyle Üsküdar'da Gül ahmet adında bir adam yaşarmış.Adıyla ters orantılı olarak gabî ve kaba saba bir adam olan Gül Ahmet, bir şiir meclisinde, konuşulanları dinlemiş, kinaye ve tevriyeleri görmüş ve şairlerin aynı kelimeyi birkaç anlamda kullanmalarından, yahut aynı yazılışlı kelimelerin farklı okunuşlarından dolayı,
-Bu şairlerin de sözleri lastik gibi, ne tarafa çekilirse uzuyor, demiş.
Mecliste bulunan şairler bu söze içerlemişlerse de Gül Ahmet'in mevkiinden dolayı kimse ses çıkaramamış; ama aralarından bir tanesi "Ben" demiş içinden, "gün gelir bunun hesabını görürüm." Gel zaman git zaman, Gül Ahme bir çeşme yaptırmış.Devrin adetince şairlere de "Benim çeşmeye bir tarih düşünüz." diye ricada bulunmuş.Vaktiyle intikama ahd eden şair güzel bir tarih düşürüp kendisine sunmuş.O da tarih kıtasını kitabeye hakkettirmiş.Kıtanın tarih mısrası şöyle imiş:

Gel Gül Ahmed çeşmesinden iç gül-âb âsâ suyu

Yani," Gel, Gül Ahmed'in çeşmesinden akan gülsuyuna benzeyen sudan iç."
Küşad merasiminde çeşme gibi tarih kıtası da görücüye çıkıp ahbâb u yârân, hayırlı olsun diyorlarmış.O sırada kalabalığın ortasından biri tarih mısraını okumaya çalışmış:

Gel Kel Ahmed çeşmesinden iç gilâb âsâ suyu

Bunu duyan Ahmed Efendi kendisine kel denilmesinden ziyade "gülâb"ın, çamur gibi su, çamurlu su demeye gelen "gilâb" okunmasına içerlemiş ama sesini çıkarmamış.Fakat biraz sonra bir başkasının bu okuyuşa itiraz edip mısraı,

Gel Kil Ahmed çeşmesinden iç kilâb âsâ suyu

okuduğunu görmüş.Çünkü bu daha da fena.Hem kendisine çamur denilmekte hem de çeşmesinden su içeceklerin kilâb (köpekler) kategorisinden sayılmasına yol açmaktadır.Bir başkasının,

Kel Kül Ahmed...

diye okumaya başladığı sırada dayanamayıp kıtayı yazan şaire çıkışmış:
-Bre bu ne biçim tarih?
Şair, içindeki eski yaraya merhem sürercesine cevabı yapıştırmış:
-Vallahi Efendi, tarih pek güzel; sen aldırma; bu şairlerin sözü lastik gibidir,ne tarafa çekersen böyle uzar.


Gözgü,İskender Pala

21 Temmuz 2007 Cumartesi

mecnun'un devesi

Mecunun Leyla’sının köyüne gitmek için, dişi bir deveye bindi. Bir süre yol aldı. Mecnun’un tek derdi, bir an önce Leyla’sına kavuşmaktı. Dişi deve ise, geride bıraktığı yavrusunu düşünmekteydi ve onun tek derdi ise, geriye dönmekti.
Mecnun bir an dalıp gitse, elinden yuları gevşetse, deve bunu hisseder ve geriye döner geldikleri köye yani yavrusunun olduğu yere doğru giderdi.
Mecnun kendine gelip baktığında, bulundukları yerden çok daha geriye gittiklerini farkediyordu.
Bu yolculuk iki-üç gün böyle sürdü. Mecnun yıllardır yollardaymış gibi şaşırmış kalmıştı.
Baktı ki bu yol böyle bitmeyecek, deveden indi ve:
“Ey deve!” dedi. “İkimiz de aşığız. Fakat, aşklarımız birbirine zıt, birbirine aykırı! Demek ki biz, birbirimizle yol arkadaşlığı yapmaya uygun değiliz.Senin sevgin de, yuların da bana uymuyor. O halde en iyisi ayrılalım!” diyerek deveyi bıraktı.
•••

Bu hîkayede geçen ‘Mecnun’ insan ruhunu temsil ediyor. Ve ruh, Ezelî bir Sevgiliye yani Rabbine muhtaç ve müştaktır. ‘Deve’ ise, nefistir. Maddî arzuların sembolüdür. O da, yavruları olan heveslerin ardında koşmaktadır.

Mesnevî

20 Temmuz 2007 Cuma

bir beyit bin anlam..



Derdimiz cânâne söylenmiş devâ söylenmemiş
Macera söylenmiş amma müddeâ söylenmemiş

Tayyar

helva tarifi

Haysem oğlu Hayyan, Bağdat'ın delilerinden biriydi.Zaman zaman çok akıllıca sözler eder, insanlara ibret sahneleri gösterirdi.Aşağıdaki satırları Atâ Selemî anlatıyor:
"Bağdat'ın dışında arkadaşlarımdan birine uğradım.Yeminini yerine getirmem için bana yalvar yakar oldu.Bana şeker, yağ ve nişasta verip 'Bunlardan bana helva yap.' dedi.Ben de bir yerde helva yaptırıp ona götürmek üzere elbisemin altına koydum.Yolda Hayyan ile karşılaştım.Hayyan sordu:
- Ne taşıyorsun öle örtünün altında?
-Arkadaşlarımdan birisi için hazırladığım bir şey.
-Açsana üzerini.
Ben helvayı gösterince de atıldı:
-Kaldır onu, bizim nefislerimiz onu yemekten tiksinir.
-Peki sen ne istiyorsun?
-Ariflerin peltesini.
-Nedir o pelte?

-Sadakat balını, güzellik yağını, rıza safranını ve murakabe suyunu al, keder tenceresine dök, altında aşk odunlarını yak, haya kepçesiyle karıştır, şevk ateşinde sabır köpüğü atana kadar pişirip tevekkül köpüğü köpürene kadar pelteleştir.Sonra ünsiyet tabaklarının üzerine koy.Afiyet olsun.
-Eğer onu yersem?
-Kalbinin acıları çığlık atarak gider.

Akıllı Deliler,Yahya Atak

yunan mı, yunmayan mı

Bundan 550 yıl önceydi, Konstantinepol genç bir hükümdarın azmi karşısında boyun büktü ve İstanbul oldu.O Fatih idi.Ve o Türkçe bilinci yüksek ilk Osmanlı hükümdari idi.Altı dili bilir ve konuşur, Türkçe'nin de etimolojisini araştırırdı.Onun dil merakı, git gide bu dillerde yazılmış eserleri bile tenkit edecek noktalara varmıştı.Hatta bazen şakalrını dilin bu inceliklerine dayandırdığı da olmuştur...
Anlatırlar ki, avrupada insanların ilkel topluluklar olarak yaşadıkları ortaçağda eski yunan şehirleri de akıl almaz pislik içerisindeymiş.Sokaklar açık çöplük, evler bir ahırdan farksız, halk da yıkanma bilmeyen kirli pasaklı insanlar...
Fatih, Molla Güranî ile sohbet ederkensöz yunanlılardan açılıp da hocası bir kaç defa "yunan, yunan.." diye tekrar edince hünkar dayanamayıp onların pisliğinden kinaye olarak:"Hocam, bunlar hiç yunmamışlardır.Onun için lütfen bunlara yunan değil, yunmayan deyiniz."

âyine-i devrân'dan not:hünkara yakışır bir espri

19 Temmuz 2007 Perşembe

bir beyit bin anlam..


Aşk olduğu yerde mahfî olmaz
Aşk içre olan karâr bulmaz

Fuzulî

*fotoğraf dolls filminden

18 Temmuz 2007 Çarşamba

bulduğunu sanmaktır aramak


"Asıl huzur,gerçek huzur... Huzursuz olmaktadır evlat!"
Nedense şaşırmıyorum buna.Arkamda tıpır tıpır sesler.Yağmur düşüyor toprağa.Tüm toprak kokusu içime doluyor.Her damla bezgin sanki halinden,hiç düşmek istemez gibi uzağa.
"Kapı menteşelerini yağlamayalı uzun zaman olmuş herhalde..." Bu ses rahatsız ediyor beni
"Neden seviyorsun ki bu sesi,yani... Bu gıcırtının nesi seni cezbediyor ki?"
Yine annem gibi konuştum ben de.Şimdi sorulacak-edilecek başka şey kalmamış gibi...
"Asıl huzur..."
Elindeki deri parçasıyla eskimiş çarığını yamamaya çalışıyordu,iyice kızdırdığı şişiyle önce bir ilmek açıyor çarığında ve deri parçasında. Yüzü hep işinde,mırıldanıyor:
"Derman arardım derdime,derdim bana derman imiş"
Yağmur biteviye yağıyor...
Bir odun kalmıştı ocağın kenarında,attım gitti.
Ateşi harladım biraz.Korlaşmış odundan gelen çıtırtılar...
Sessizlik...
Ateşim yalımı vuruyor bir an yüzüme...Sıcacık...
"Kapının yanındaki terekte duran testide su var mı?"
"Yok diye bir şey yok ki,suyun varlığını soruyorsun evlat!"
Su,var.
Ben suyu almak için tereğe doğru ilerlerken o da iç odaya geçmek için kalkmıştı.Kapının yanına gelince durdu.
"Dede Efendi'yi Bach'a tercih eder misin?"

Akşam olmak üzere...
Yağmur hafifledi.Dervişin birkaç ay önce kendi elleriyle diktiği gül fideleri filizlerini patlatmak üzere.
Odanın saçaklarından dökülen yağmur arklardan lağıma akıyor.

Soruyu duymamış olmak iyi olurdu herhalde;ama duydum işte.
"Dede Efendi'yi..."
Acaba şark ve garp kıyaslaması mı istiyordu benden,yoksa gerçekten müzik zevkimi mi merak etmişti?
Derveşin apansız sorduğu bu soru, her iki anlamda da-hatta dahası da olabilir-yorumlandığında zihin kodlarımı çözümlemeye müsait.
Huzur yoksunu bir insan olduğum hemen belli oluyor mu acaba?
Nasıl da hemen fark edilir bu durum?
İnsan çıldırmaktan korkuyor.Öylesi durumlarda beni uyaracak bir dost olur mu acaba?
Yani çıldırdığımızı ya da çıldırmak üzere olduğumuzu kim hatırlatacak?
Bildiğimiz;ama unuttuğumuz herhangi bir şey değil midir hatırlamak?
Neyi kaybettiğimi biliyorum mu da bana onu hatırlatma vazifesini üstlenmiş bir dost arıyorum?
Ah bu yazarlar, neden hep bu karmakarışık sorularla meşgul etmedeler aklımı?
Ama çıldırmış birisine ruh halini nasıl anlatacaksınız ya da çıldırmış olduğuna nasıl inandıracaksınız onu?

Nerdesin huzur ? Romanın ismi olmak yetiyor mu sana?
Ah Nuran...

Saatime bakıyorum, dervişten ayrılalı on dakika olmuş, yani on dakikadır serkeş adımlarla yürümekteyim kaldırımları...
Binek tipi bir Toros geçiyor yanımdan...
Üstüm başım batıyor sıçrattığı yağmur sularından. Tam da açmıştım ağzımı. Yine o...
"Huzur İslam'da... "
Yeşil çıkartma harflerle arabanın arka camına yapıştırılmış bu cümle.
Soğuktan çatlamış dudaklarım, yüzüme iğrenç bir tebbessüm yapışıveriyor zoraki.
Söküp atamıyorum.
Huzur, herkesin kendi'si...
Bulduğumu sandığım ama bulmaya hiç de yakın olamadığımdır huzur.
Huzuru herkes-kendince-bir şeylerde buluyorken,nedense ben onu felsefi yorumlar ağına hapsediyorum.
Aramakla bulamadım, değil mi Efendim?
"Evet, evlat... Aramakla bulamıyorsun, vesselam."
YOLCU 43.Sayı

hadis-i şerif

Allah (c.c.) sizden birinizin yaptığı işi, ameli ve görevi sağlam ve iyi yapmasından hoşnut olur.
Hadis-i Şerif

17 Temmuz 2007 Salı

bir beyit bin anlam..


Vasf-ı kaddinle hırâm etse alem gibi kalem
Leşker-i satrı çeker defter ü divân sâf sâf

Bâkî

pencere

Sokaktan geçerken Yusuf'un yüzünün nuru o civarda bulunan köşklerin, evlerin pencerelerinden, kafeslerinden içeriye vurur, düşerdi.
Köşklerde bulunanlar:"Belli ki Yusuf gezmeye çıktı, şimdi buradan geçiyor" derlerdi.
Köşede bucakta oturanlar da duvarlarda ışıklar, parıltılar görünce Yusuf'un oradan geçtiğini anlarlardı.
Yusuf'un geçtiği sokağa penceresi bulunan ev, onun oradan geçişinden şereflenir, nurlanırdı.
(Ey kardeş!) Aklını başına al da evinin penceresini Yusuf'un geçtiği sokağa aç ve pencerenin önünne oturup onu seyret!
Âşık olmak demek, nur gelen tarafa pencere açmaktır.Çünkü gönül gerçek dostun yüzü ile aydınlanır, nurlanır.


Mesnevî,Mevlânâ c.IV s.3091

sevmenin tabakaları

Sevmenin tabakaları muhabbet, aşk ve dert olmak üzere üç derecedir:
  • Muhabbet odur ki mahbubunu görürse memnundur, görmezse kaydında değildir.
  • Aşk odur ki mahbubunu görürse memnundur, görmezse mahzundur.
  • Dert odur ki mahbubunu görürse de mahzundur, görmezse de mahzundur.
Kitab-ı Aşk, İskender Pala

O'nun..

NFK

16 Temmuz 2007 Pazartesi

sükût

Sayılı alimlerden birisi dinsizlerden birisiyle mübâhaseye tutuştu.Delil getirmekte onunla başa çıkamadı.Nihayet mübâhaseden vazgeçerek dönüp gitti.Birisi o alime dedi ki "sen bu kadar ilim, edeb, fazl, hikmet sahibi ikenbir dinsiz ile başa çıkamadın mı?" Alim cevap verdi:"Benim ilmim Kur'an- Kerim'dir,hadistir.O ise bunlara inanmıyor,söylediklerimi dinlemiyor.Ben mi onun küfrünü dinleyeyim?"
Kur'an-ı Kerim ve hadis ile ilzam edemediğin adama vereceğin en iyi cevap sükûttur.

Gülistan,Şeyh Sadi Şirazî

âyine..


Kâinât âdeta bir aynalar mahzeni.Yaradılmış her şey kabiliyeti nisbetinde bir başka şeye ayna. Zaman ayna, mekân ayna, eşya ayna... Kulak sese, damak lezzete, akıl bilgiye ayna...Can hayata, ölüm sonsuzluğa, kalp sevgiye ayna...Zen merde, civan pire, keman tirine ayna...Bütün aynalara gölgesini düşürmeyi başaran, bütün aynalarda akisler ötesi gerçeği görmekle yükümlü tutulan insan ise birbirine ayna...
Âyine,İskender Pala

aşklar ve sûretler


Fuzulî,"kendi öz" sûretini taş üzerine çıkartarak Şirin'e veren nakkaş Kûhken (Ferhat)'in bu davranışından, geleneğin sûret üzerine bina ettiği anlama birikiminin tam tersi istikamette bir yorum çıkarır;

Kûhken Şîrîn'e öz nakşın çekip vermiş firîb

Gör ne cahildir ki yontar taştan öziyçin rakîb


Aşkın, sevkitabiisi içinde gayet masum ve kendi mantığı içinde de gayet "mantıklı" duran bu davranıştan koskoca bir cehalet örneği çıkarırken Fuzulî, asıl ve sûret arasındaki hiç de küçümsenemeyecek rekabetten söz etmektedir.Bir başka ifadeyle sevgilinin yokluğunda, onu sûretinde büyüten âşıkın artık bir daha o sûretten vazgeçememesi ihtimalinden.Asıl gelse bile.
Dikkatli bir bakışla bu kompleks,sevgilinin âşık nezdinde kendi imgesiyle sokulduğu yarıştan mağlubiyetle çıkarılması olarak okunabilir.

...

Mavi Lâle,Nazan Bekiroğlu

bir beyit bin anlam..


Arz-ı hâl etmeye cânâ seni tenhâ bulamam
Seni tenhâ bulıcak kendimi asla bulamam

Selikî

15 Temmuz 2007 Pazar

üstadın gözüyle yunan mitolojisi


...
Batı dünyası,tasladığı medeniyetin formülünü bir kimyager kesinliği içinde klişeleştirmiştir:Yunan aklı+Roma nizamı+Hristiyanlık ahlak ve hassasiyeti=Greko-Latin Medeniyeti

Yunan'dan başlayalım:Başını bilmiyoruz.Avrupalı,Yunan vakıasına "mucize" nazarıyla bakar.Gerçekten bu dünyada müessirleri bilinmeyen ve mucize çapında görülmeye değer iki büyük vakıa vardır.biri Yunan zuhuruöbürü de uçsuz bucaksız çöllerde insanı sarhoş edenbir mana rüzgarı halinde esici Arap dili...Bir devenin adım atışını 72 ayrı kelimeyle ifade eden bu dil, önceden bâdiyede hiçbir metroplis-büyük şehir kuurulmaksızın ve hiçbir insani tefekkür kaynaşmasına şahit olmaksızın nereden ve nasıl gelmiştir?Yunan harikası gibi bu da kaynak bakımından büyük meçhullerden biri...

Yunan medeniyetinin başında mitoloji-Yunan usture ve hurafeleri var...Mitoloji,bir tarafıyla efsane bir tarafıyla da cemiyetin itikatlarını gösteren uydurma bir din...Birçok ilaha inanma, putlaştırma mizacının meydana getirdiği bir tablo...Bütün putların başında başbuğ put olarak Zeus,fransızların Zös dediği sahte tanrı...Aynı sahte tanrının putperest Roma'daki mukabili Jüpiter ismini taşıyor.Cebinde çift pasaport taşıyan bir sahtekar gibi Yunan ve Roma'da vasıfları birbirine tam uygun iki ilah tasavvuru...Ayrıca bunlara tabi birçok uydurma ilah...Onlara da bağlı yarı ilahlar...Yarı ilahlar insanlardan olur ve isimlerine Demetr denilir.İnsan harikalaşınca yarı ilah telakki edilir onlarca...

Böyle bir alem...Bu aleme dikkatle baktığımız zaman şunu görüyoruz:Eski Yunan mitolojisi; aklın,fikrin,vemin,hayalin bile içinden çıkamayacağı girift bir plastisite,yani eşyanın dış kabartısı, müşahhas bir zemin üzerinde bir dış alem rüyası...Hezeyanın da anlamayacağı kadar korkunç, hatta estetik kıymetlere bulanmış muazzam bir tahayyül cümbüşü...

Ne tuhaf!İşte burada garbın ana damını ele geçireceğiz.Plastisite kelimesini kullandık demin... Bunu hiç kaybetmeyin zihninizden!Plastik,pazarlarda satılan naylon eşya değil, felsefi manada eşyanın dış kabartısı,dış görünüşüdür.Göze hitap edici dış şekiller,renkler ve hacimler...Mesela Yahya Kemal plastik çerçevede büyük şair,fakat ruhta ve iç muhtevada zayıf...Mesela resim, heykel ve mimari plastik sanatlardan...

Eski Yunan'dan aldığı bu plastik zeminden Avrupalı hiçbir zaman ayrılmamıştır.Plastik zemine bağlıdır Avrupalı;koparamazsınız oradan...O plastik zeminde kendini aşmak için bir çeşit madde aşkı, tabiat zevki temsil eder;dolayısıyla iç aleme yabancı kalır.

Bu plastik zeminin idealizasyonu Zeus veya Jüpiterdir.Bunlar,yüz katlı apartman gibi bir sarayda otururlar ve ne kadar beşeri zaaf varsa hepsini nefislerinde toplarlar...O,bunun karısını kaçırır; şu, onun gözünü kör eder.Dünyada böyle bir aile görülmemiştir; bu sözde tanrılardaki aile gibi...Ve onlardaki hayal o kadar zengindir ki Shakespeare bile inanmışçasına bunlar adına yemin eder.En son şairler de mitolojinin ifade etiği estetikten ayrılmazlar.Büyük saçmayı gördükleri halde...Sorsanız onlara:
"Senin tasavvur ettiğin kudret, halik makmında kudret, beşeri zaafların aynası nasıl olabilir? İnsanda bile olmayan zaaf,ahlaksızlık onlarda vardır.Bu türlü uydurmalara, belirttiği hayal gücü ne çapta olursa olsun,mabud gözüyle nasıl bakabilirsin?"
Cevapları şu olabilir:
"Biz onlara hakikat gözüyle değil,zevk ve estetik gözüyle bakıyor ve bu yönden inanıyoruz.Gerçeği değil,güzelliği ve insanoğlunun hasret çektiği iklimleri buluyoruz onlarda..."
Tamamıyla batılı olan böyle bir düşünce ise malik olmak vehmi içinde ebedi bir mahrumiyetten başka bir şey olamaz.Doğrunun olmadığı yerde güzel de yoktur.

Neticede Yunan mitolojisini bir büyük hokkabazlık panayırı diye alabilirsiniz.İçinden ilah kabul edilen birtakım tiplerin insani zaaflara batmış,birbiriyle boğuştuğu panayır...Bu panayıra bugün garp çok uzak olduğu halde zevkinin içinde mitolojiyi daima taşır.Ve bu yalanın estetik cazibesine öyle kapılır ki onu doğru bile sayabilir.Yunan mitolojisi bugünkü batı yalanının ilk kaynağıdır.
...

Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu,NFK

evet..


evet hatırladım
küçük basit şeyler
yetiyor kederlenmeye
ya mutluluğa

Cahit Zarifoğlu

13 Temmuz 2007 Cuma

kalbimin mâhuru

Sen ki gül bahçesinde kalbimin mâhurusun
Bir de hüzzâm yerine bana nihâvendi sun
O kâbus günlerin matemi unutulsun

Gülümse de ruhumun gözyaşları kurusun

Sen ki,gül bahçesinde kâlbimin mâhurusun

Bir de hüzzâm yerine bana nihâvendi sun

Sevdamızı duyunca aynalar coştu bugün
Hayalimde efsunlu yüzün bir hoştu bugün
Seni gören ağaçlar,kuşlar sarhoştu bugün

Söyle niye penceren yine bomboştu bugün

Sen ki,gül bahçesinde kalbimin mâhurusun

Bir de hüzzâm yerine bana nihâvendi su
n

Nurullah Genç


* fotoğraf Bara' Hujazi'ye aittir.